Bütün gün yağmuru bekledim. Televizyonlar, gazeteler bugün yağmur yağacağını söylemişti ama yazacağım yazı için

Bütün gün yağmuru bekledim. Televizyonlar, gazeteler bugün yağmur yağacağını söylemişti ama yazacağım yazı için tek bir kelime bile nasıl kâğıda düşmüyorsa, tek bir yağmur damlası da gökyüzünden düşmemişti bir türlü. Sanki yağmur bir yağsa, yağmurun şiddetine göre kelimeler de yağacaktı kâğıdın üzerine. Bir yazar için yazamamanın çeşitli halleri vardır. Sıkışıp tuvalete gidememekten nefes alamamaya kadar pek çok çaresiz durumla kıyaslanabilir böyle anlar. Bu tür durumlarda, yapılacak bir kaç şey arasında, yürümeyi sayabiliriz belki. Ama gün ortasında ve mesai saati içerisinde bunu yapmam da mümkün değil elbette.
Ben böyle yazamama halleri içinde kıvranırken ‘Varlık’ dergisinin son sayısı geldi masama. ‘Varlık’ dergisinin ‘Kültür Gündemi’ köşesinde ‘anayasa referandumu’nda nasıl oy verecekleri sorulmuş yazar ve şairlerimize... Bana göre birbirinden ilginç gerekçelerle neden ‘evet’, ‘hayır’ ya da ‘boykot’ diyeceklerini yazmışlar. Birbirinden ilginç gerekçelerle dememin sebebi, ‘evet’ ve ‘hayır’a yükledikleri anlamlardaki zenginlik... Örneğin İzzet Yasar, elbisesiyle denize giren köylü bir kadının, şehirli kadın tarafından azarlanışından yola çıkarak ‘evet’ diyeceğini yazmış anayasa değişikliğine. İlginç değil mi? Ancak bir şair böyle bir gerekçe öne sürebilirdi herhalde. Ama bu örneği vererek İzzet Yaşar’ın neyin altını çizdiği çok belli. Enis Akın’ın da aynı gerekçeyle ‘evet’ dediğini, daha doğrudan bir ifadeyle görüyoruz: “Beyaz Türklere duyduğu açık nefret”. Bu nefretin nedenleri, bence anlaşılır bir şey. Ama AKP’nin ‘Kara Türkler’ olmadığı, tersanelerde ya da madenlerde ölen işçilere bakışından anlaşılabilir gibi geliyor bana. (Neden hâlâ anlaşılmıyor?) ‘Kürt Açılımı’ndan bahsedip, sonra da komutanlarla sipere koşan, genel af öneren Kılıçdaroğlu’na bayrağın rengini hatırlatan bir anlayıştan bahsediyoruz çünkü.
Gülseli İnal da, siyasilere hiçbir zaman inanmayacağını öne sürerek  ‘hayır’dan yana olduğunu açıklamış. Adalat Ağaoğlu ‘evet’, Leyla Erbil de ‘hayır’ demiş... Süreyyya Evren, “her türlü siyasi olguyu, niyeti, detayı, ayrışmayı, tek bir siyah-beyaza tercüme etmeye” karşı çıkanlardan.
Yani edebiyat cephesinde durum epey karışık. Bu tartışma bana, yıllar evvel yaşadığım bir yazar toplantısını anımsattı. Ünlü ünsüz pek çok yazar, kafa kafaya vermiş, ‘yaklaşmakta olan’ı tartışıyorduk. Aralarından kafası düşünce makinesi gibi çalışan, fazla sigaradan öksürüğü bile sararmış ihtiyar bir yazar, duymakta zorlanacağımız bir ses tonuyla: “Yaklaşmakta olan hiçbir zaman yaklaşmayacak. Yaklaştığını düşündüğümüz günlerde bile, yaklaşmakta olan aslında uzaklaşıyordu. Bir fikir yanılsamasıydı yaşadığımız” demişti.
İhtiyarın sözlerine itiraz edenler olmuştu masada. Birisi, “Her şey değişiyor. Yaklaşmakta olanın yaklaştığını gösteren bir işaret değil mi bu?” demişti coşkulu bir biçimde. Yazarların bir kısmı, umut vaat eden bu sözleri başıyla onaylamıştı. Ben ve birkaç kişi, o kadar da umutlu değildik. Değişimin olduğuna inanan yazarların, aramızdaki en umutsuz olanlar olduğunu düşündüğümü anımsıyorum. O kadar umutsuzlardı ki, değişimin AB ile, ABD ile ve onların emrindeki muhafazakârlar ile geleceğine inanır olmuşlardı. Kördüğüme dönüşmüş bir iç siyaset ve devlet yönetimi varken ortalıkta, halktan umutlarını kesmiş olmaları da şaşırtıcı gelmiyordu bana. Darbelerle halk örgütsüzleştirilmiş ve koca bir yığın yaratılmıştı neticede. Halkın halk gibi davranması beklenmiyordu bu yüzden. Siyaset, çok kanallı bir televizyona dönüştürülmüş, birbirine benzeyen yüzlerce kanaldan birisini zaplamanın siyaset olduğu yanılsaması yaygınlaştırılmıştı. Her birinde benzer diziler, benzer yarışma programları, benzer haber programları ve aynı isimlerden oluşan açık oturumlar vardı sadece. Aralarında gerçekten farklı olan bir kaç kanal olsa da, onların da parasızlık yüzünden dekorları dökülüyor ya da sık sık teknik arıza yaşadıkları için, ses ve görüntü bir gidip bir geliyordu. Üstelik yığınların bilgiye değil, onaylanmaya ve oyalanmaya ihtiyacı vardı o günlerde. Aslında, onlara bilgi diye sunulan şeylerin de ‘son kullanım tarihi’nin çoktan geçtiğine dair derin bir kuşku da vardı ortalıkta.
Bir başka halktan umudunu kesenler de, değişimi AB ya da ABD’de değil, ulusalcılık, militarizm gibi pek çok defa denenmiş ve bir işe yaramadığı defalarca ispatlanmış başka seçeneklerde arıyordu. Yazarların bu cephesi de epey karışıktı. Devletin içinde yaşanan iktidar savaşında, bir zamanlar güç ellerindeyken o gücü insafsızca ve amaçsızca uygulayanların tarafında yer almanın dayanılmaz ağırlığını taşıyorlardı omuzlarında. “Ne yani, Fatsa’da Terzi Fikri’yi yok etme operasyonu yapılırken, ilkokulları karakollara dönüştürüp tüm halkı işkenceden geçirenlere mi umut bağlayacağız diye” isyan edenlere, söyleyecek söz bulamıyorlardı. Öbür taraf ise, Sivas katliamından bahis açıp “o katliamı yapanların oy verdiği bir partinin peşinden mi gideceğiz” diyerek isyanını dile getiriyordu. İşin ilginç tarafı, kimse, Sivas katliamında, katliamı yapanlarla katliamı seyredenlerin sessiz ortaklığından bahsetmiyordu. Kısacası, iki ucu b.klu bir değneğe dönüştürülmüştü siyaset... İşte, siyaseti yok etmenin askeri olmayan bir yolu da bu olsa gerek: Değnek siyaseti...
Yazarlar toplantısında, bu iki umutsuz kanat arasında büyük bir kavga çıktı tabii. Sandalyeler havada uçacakken, öksürüğü tütünden sararmış ihtiyar yazarımız, yerinden kalkıp “yaklaşmakta olan uzaklaşmaya devam ediyor” diye haykırınca, ortalık birden sessizleşmişti. Onları “yaklaşmakta olan”ı yazmaktan alıkoyan nedenler üzerine düşünürken bulmuştum kendimi. Bugün de değişen bir şey yoktu.
Tam “yaklaşmakta olan”ı yazmaya yeltenmişken, gözüm bir an pencereden geçmekte olan bulutlara kaydı ve yazmayı düşündüğüm o sihirli sözcükler bir anda buharlaşıp uçtu zihnimden. Yağmurun yağmasını istiyordum delice. Yoksa yazamayacaktım “yaklaşmakta olan”ı...