Sadece Türkiye’de değil, dünyada da depresyon şikâyetiyle kliniklere başvuranlarda ciddi bir artış var. Böyle giderse, distopik bir bilim kurgu yazarının bakış açısıyla dünyada depresyonda olmayan ve anti-depresan kullanmayan kimse kalmayacak denilebilir belki. Meselenin ne kadar psikolojik bir boyutu da olsa, asıl boyutunun politik olduğu çok açık. Bu denli belirsizlikler ve tehlikelerle kuşatılmışken, bir de üstüne insanlar arasındaki bağı koparan ve yalnızlaştıran tüketim toplumu gerçeği de eklenince…

Kişilerin ruhsal rahatsızlıklarını anlamak için kendi kendilerine tanı koymaları da sık rastlanılır bir durum. İnternet bu konuda oldukça fazla imkân sunuyor. Bu durumu Freud, hastalıktan faydalanma olarak ele almıştı, kişinin kendi mağduriyetiyle özdeşleşerek bundan güç alması… Ama klinik açıdan psikanalitik yaklaşım ‘tanı’ya önem verse de, bunu bir etiket olarak kullanmaz ve karakteri önceleyerek onu anlamanın bir yolu olarak değerlendirir. Çünkü her semptom, gerçekliğe ya da soruna karşı bir savunma olarak karşımıza çıkar, bir iyileşme çabasının sonucudur.

Örneğin depresyonun öyle çok farklı yüzü var ki, bütün bu farklılıkları tek bir etiketle açıklamaya çalışmak yanıltıcı olabilir. Yataktan hiç çıkmayan, insanlardan kendisini izole ederek bütün uyaranlara kendisini kapatan versiyonundan bir kaygı fazlalığı olarak yaşanana, ya da bir kaybın ardından yaşanan ve bazen onarıcı olarak düşünülen versiyonuna kadar pek çok yüzü….

YALNIZLIK BAKANLIĞI

Berardi, ‘Gelecekten Sonra’ adlı kitabında, depresyonu politik bir mücadele alanı olarak gördüğünü yazmıştı. Depresyonun iki kaynağı vardı ona göre. Birincisi, dijital kapitalizmin algıya aşırı yüklenmesi ve kişinin bu aşırı yüklenmeye kendisini kapatarak karşı koyması ve ikincisi de rekabetçi ve narsistik aktarımın kesilmesi… Kişiler arasındaki bağın rekabetçi ve izole edici bir biçimde kesintiye uğraması depresyonu kaçınılmaz kılar. Siyaset ise o bağı zorunlu kıldığı için, depresyon bir siyasi mücadele konusu olarak ele alınmalıdır. Bunu kapitalist devletler bile anladı ki, İngiltere ve Japonya Yalnızlık Bakanlıkları kurdu. Theresa May’in ofisinden, bu bakanlığın kurulmasıyla ilgili gerekçe şu şekilde açıklanmıştı: “Çok sayıda kişi için yalnızlık, modern yaşamın üzücü bir gerçeği. Yaşlılar, bakıcılar, sevdiklerini kaybetmiş olanlar, konuşacak, tecrübelerini ve düşüncelerini paylaşacak kimsesi olmayanların yalnızlığın üstesinden gelmesi için, toplumumuz, hepimiz için harekete geçilmesi bakımından bu zorlukla mücadele etmek istiyorum.” Sorumluluk, kapitalizme değil de ‘modern yaşam’a yıkılmıştı. 2020’de İngiltere’de Yalnızlık Bakanlığı’nın işlevsizliği tartışılır olmuştu, yalnız hissedenlerin sayısı her geçen gün artıyordu. Bakanlık kurularak yalnızlığa çözüm bulunamayacağı açık.

İRADE VE ZEKÂ

Berardi, Lenin’in ciddi depresyon krizleri yaşadığını, iyileşmek için İsviçre ve Finlandiya’da tedavi gördüğünden bahsediyor. Lenin’in bulduğu çözüm, iradenin zekâya tahakkümü olacaktır. Berardi’nin yazdığına göre, Lenin için zekâ depresiftir ve depresyonun üstesinden ancak iradeyle gelinebilir. Bu yaklaşımın bir hata olduğu görüşünde Berardi. Bağlantı ve duyumsama, depresyona politik çözümler üretilirken düşünülmesi gereken başlıklar. Dijitalleşen hayat, duyumsamanın sınırlarını zorlayarak bireylerin ruhsal bütünlüklerini çökertecek noktaya geldi. Bir de aşırı bağlantı, yani çevrimiçi kalma zorunluluğu ile kişiler arası bağlantılardaki açmazlar ve kopukluklar, tek tek bireyleri savunmasız bırakıyor. Yeni politik mücadele biçimlerinin, insanları sadece sosyolojik değil psikolojik özneler olarak ele alması gerektiği çok açık. Bunun nasıl olabileceğini önümüzdeki yazılarda ele alacağım.