Sanatçıyla yapıtı arasındaki özdeşlik ilişkisi nerede başlar, nerede biter?

Yaşadığım deneyimler, bu konuda uzun süredir şöyle düşünmeme yol açıyor: Yapıtını sevdiğin bir sanatçının (yazarın, yönetmenin, müzisyenin) özel hayatıyla ilgilenme, hayal kırıklığına uğrarsın.

Suç ve Ceza’yı çok mu sevdin? Güzel. Raskolnikov’un çektiklerinin dönemin Rusyasında tam olarak hangi tarihsel koşullara denk düştüğünü araştır, ‘zamanın ruhu’nun yapıtta nasıl işlediğini gözlemle, ama Dostoyevski’nin nasıl bir insan olduğunu, nasıl yaşadığını öğrenmek için uğraşma. İnsani değerler bakımdan hoşuna gitmeyecek şeylerle karşılaşabilir, yazarın kişiliği hakkında hissettiklerin yüzünden yapıttan da soğuyabilirsin. Sen kaybedersin, yapma!

Kaldı ki, her yapıtın kabaca üç ayrı anlam katmanı vardır: 1) Yazarın-yönetmenin anlatmak istediği, 2) Yapıtın anlattığı, 3) Okuyucu/izleyicinin anladığı. Okuyucu/izleyici olarak bizim at koşturduğumuz alan, son iki katmandır. İlk katmanı kesin bilemeyiz, bilmemiz de gerekmez. “Sanatçı şunu mu anlatmak istedi acaba?” sorusunun yanıtı, ‘yapıtın anlattığı’yla ‘okurun anladığı’ arasındaki diyalektik sarmalda gizlidir. Eğer ille de birinci katmanla ikinci katmanın birbiriyle örtüşme oranını öğrenmek istiyorsanız, yönetmen/yazarın veya eleştirmenlerin yapıta ilişkin söylemlerinden faydalanabilirsiniz. Sanatçıyla anlatısı üzerinden kurduğunuz ilişkiyi somutlaştırmaya çalışmayın.

“Gerçeği görmezden gelin, mutlu kalın!” demiyorum kesinlikle! Diyorum ki, yapıtla hayatınızı değiştiren bir ilişki kurmuşsanız, aynısını sanatçıyla da kurmaya çalışmayın.

Bu konu, özdeşleşme mekanizmasının en yoğun biçimde çalıştığı sinemada daha net biçimde ortaya çıkıyor. Son yıllarda çok tartışılan isimleri anımsayın:  Lars Von Trier’in Cannes Film Festivali’nde “Hitler’i anlayabiliyorum.” dediğini, Woody Allen’ın üvey kızına cinsel istismarda bulunmakla suçlandığını, Roman Polanski’nin 13 yaşında bir kıza tecavüz ettiğini öğrendikten sonra, yapıtlarıyla kurduğunuz ilişkinin doğası da tehlikeye girmiyor mu?

Bildiğim kadarıyla bunlardan sadece Von Trier, Hitler’le ilgili sözlerinden dolayı yedi yıl sonra özür diledi. Allen hâlâ iddiaları reddediyor, Polanski ise tecavüz iddiasını reddederken pedofilik eğilimleri olduğunu ve bir zamanlar reşit olmayan pek çok kızla ilişkiye girdiğini itiraf ediyor.

Mahkeme kayıtlarına bakılırsa, Allen’ın gerçekten de yedi yaşındaki bir çocuğu istismar etmiş olma olasılığı var ve bu korkunç bir şey! Polanski ise, pedofilik ilişkilerini yaşamöyküsünde bizzat anlatıyor. Yani bu insanlar bu kadar ünlü olmasalar büyük olasılıkla hapiste olacak, belki yeni suçlar işleyeceklerdi.

İnsanlar konusunda çok basit bir kriterim var: Bu kişiyle komşu olmak ister miyim? Von Trier konusunda henüz kuşkudayım ama Allen ve Polanski hakkında çok net konuşabiliyorum: Hayır, istemem!

Lakin Manhattan’ı, Annie Hall’u,  Hannah ve Kızkardeşleri’ni, Rosemary’nin Bebeği’ni, Çin Mahallesi’ni, Kiracı’yı, Piyanist’i ve daha pek çok muhteşem filmi ne yapacağız? Allen’ı ve Polanski’yi ne kadar lanetlesek de, bu filmlerin bizde bıraktığı izleri ve yaşattığı duyguları söküp atamıyoruz. Çünkü, çocukluktan anımsadığımız kokularla olana benzer bir ilişkimiz var filmlerle. Ama mesele basitçe bu kadar bireysel de değil; bunlar sinemayı sinema yapan, seyirciyi zenginleştiren filmler...

∗∗∗

Türkiye söz konusu olduğunda, bu tartışmalarda ilk akla gelen isim Yılmaz Güney’dir galiba. Güney’in cinayetten suçlu bulunup hapiste yatması, hayatındaki kadınlara uyguladığı şiddet haberleri, çoğu filminde yansıyan erkek-egemen sistemin hem ürünü hem de yeniden-üreticisi olması, silahlarla fetiş düzeyinde kurduğu ilişki gibi unsurlar arada bir gündeme getirilir ve buradan yola çıkarak Güney’in yapıtı değersizleştirilmeye çalışılır.

Bu dalganın son örneği, Murathan Mungan’ın Yılmaz Güney’i övdüğü bir sosyal medya mesajına Farah Zeynep Abdullah’ın verdiği yanıtla başladı. FZA, Mungan’ın “iyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist” tanımlamalarını es geçip, Güney’in erkekliğine yaptığı övgüye takılmıştı. Böylece o da Güney’in kadın dövdüğünü, şiddet türleri açısından zengin olduğunu ve etkili silah kullandığını yazdı. Sonra yaşananları biliyorsunuz: Güney ailesinin tepkisi ve dava açması, FZA’nın “Hakimi vurmak yok ama” diyerek bu sefer açıkça aileye laf attığı bir mesaj yazması, sağcı-İslamcı kesimin ‘mal bulmuş mağrıbi gibi’ FZA’nın mesajlarını sahiplenmesi, vs...

Bu süreçte Güney ailesinin avukatı, FZA hakkında şöyle yanlış bir ifade kullandı: “kadınlara, Kürtlere, işçilere, devrimci güçlere, LGBTİ+’lara yönelen sistematik saldırılara karşı ses çıkaramayan yeni dönem sanatçıları”. 16.09.2023 tarihli BirGün’de Yasin Durak da aynı hataya düştü: "Hayatında bir kadın cinayeti takip etmiş mi acaba?”

Siirt’te tecavüze uğrayıp 18 yaşında intihar eden İpek Er’in katili olan uzman çavuşa “şerefsiz katil” dediği için Türkiye’nin errrkek mahkemeleri tarafından ‘hakaret’ suçuyla cezalandırılmış bir genç kadını kimse ‘sesini çıkarmamak’la, ‘takip etmemek’le suçlayamaz. FZA, Yılmaz Güney üstünden ‘prim yapmaya’, popüler olmaya çalışan biri değil... FZA büyük olasılıkla  Güney hakkında internette yazılanlardan fazlasını bilmeyen, bu nedenle ‘kadına yönelik şiddet’ konusundaki haklı duyarlılığı ve sosyal medyanın yarattığı pervasızlığıyla bazı saldırgan ifadeler kullanan, belki youtube’da karşısına çıkan saçma aksiyon filmleri dışında Güney sinemasından habersiz bir genç kadın.

Bu tartışmada iki tarafın da bilgi eksikliğinden kaynaklı yanlışları var. Bu yüzden tartışma da yanlış ilerliyor. E, yanlış tartışmadan doğru sonuç çıkar mı?!

(devam edecek)