Birinci tekil şahsın ağzından yazılmış, araya ilginç yabancılaştırma unsurları katılmış çok ilginç bir öykü okuyoruz. Anlatıcı genç, aşık olduğu kızın seks işçisi olmasından duyduğu ‘ahlaki’ sıkıntıyı paylaşıyor, “Sana bir ev tutsam gelir misin benimle?” diyor: 

“‘Ne söyleyeyim ya?’ Tırnaklarını ışığa tuttu. ‘Peki, sennen geliyom mu, deyim? Ben sizden değilim.’ dudaklarının yanlarında çizgiler belirdi. “Sizin toplumunuzun insanları ayarında değilim. Bunu sen de biliyorsun. Bak, herkes bir tutulsaydı, söylediklerin olurdu. Ben de seve seve yapardım. Kimse de beni kınamazdı. Ama şimdi herkes seni ayıplar. En başta baban. Duyduğu gün paranı keser.’ 

...Parmağını karanlıkta bir sarıya uzattı. ‘Bak şu sarı oğlana,’ dedi. ‘Beni çağırıyor.’ Ben de ayağa kalktım. Oturmaktan yorulmuştum zaten. ‘Ona mı gidiyorsun? O basit bir işçi…’ 

İğrenerek baktı. İyice iğrenememişti. Yüzü daha bir buruştu. Yapmacıklı bir sinirle, ‘Siz böylesiniz işte,’ dedi. ‘En iyiniz bile böyle. Kendi çıkarlarınız için neler yapmazsınız. İşçiymiş. Basit bir işçiymiş!’ Seyircilerin durumunu da görmek istiyordu. ‘Ben de işçiyim. Beni basit görmezsin değil mi? İşine yararım. Keyfini getiririm; doğru değil mi söylediklerim?’” 

Bu, Yılmaz Güney’in henüz 18’indeyken yazdığı Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri (1955) adlı öyküdür; Adana’nın bir köyünden çıkıp büyük kente gelmiş bir genç için şaşırtıcı derecede ilerici, toplumsal cinsiyet sorunlarına sınıfsal yaklaşım içeren, zamanının ötesinde bir anlatı.  

Peki, ‘55’te bu kadar ilerici bir öykü yazan Yılmaz Güney, Arkadaş’ta (1974) Åzem adlı sosyalist karaktere, burjuvalaşan arkadaşını ‘yola sokmak’ için gittiği tatil köyünde bir burjuva kadınını ‘düzdürerek’ erkek-egemen bir devrimcilik anlayışını nasıl üretebilmiştir?! 

Yılmaz Güney’in trajedisi burada belirginleşiyor sanırım: Teoriyle pratiğin bir türlü örtüşmediği, çelişkiler ve gel-gitlerle dolu bir 15 yılı var Güney’in. İlk mahpusluk deneyiminden sonra kendini kucağında bulduğu Yeşilçam kültürü ve şöhretin etkisiyle değerler sistemi belirsizleşen, hayatındaki kadınları döven, silahı neredeyse taparcasına yücelten bir ‘zehirli erkeklik’ dönemi.  

Bu saptamalara kaynak olarak gösterilebilecek çok sayıda  haber ve yazı var, ama ben Agah Özgüç’ün Arkadaşım Yılmaz Güney (1988) adlı kitabından bazı bölümler aktarmakla yetineceğim: “Yılmaz Güney problemli bir kişiliğe sahipti... Çok içiyordu. ...Bir de Güney, silaha olan tutkusundan vazgeçemiyordu. Aktör, silah taşımadan yapamıyordu. 1. Levent’teki evinin duvarları çeşitli silahlarla doluydu... Ev ev değil, sanki silah deposuydu, cephanelikti... Bazı kez, gece yarıları Levent’teki villasında atış talimleri yaparak, semt sakinlerine korkulu dakikalar yaşatıyordu... Güney, belinde silahı olmasa, muhakkak otomobilinde bulundururdu... Ünlü aktörün açıklamalarına göre, ‘silah sevgilisiydi’.” (s.40) 

“Öte yandan Can Hanım, bunca yıl kahrını çektiği, dayağını yediği aktörden çocuk doğurmaya kararlıydı.” (s.42) 

“Bu arada boşanma davasını geri alıp bu işten vazgeçmesi için Nebahat Çehre’yi tehdit etmişti. Ve Çehre’den aldığı ‘Hayır’ yanıtı, aktörü iyice çileden çıkarmıştı. Güney, bu meseleyi evde konuşmalarını teklif edince, genç kadın büyük bir paniğe kapıldı. Çünkü dayak yiyeceğinden korkuyordu. Bir an önce kocasının elinden kurtulup annesinin evine gitmek istiyordu. İşte buna çok kötü içerleyen aktör Playboy kulübünün önüne park ettiği arabasına binip hızla karısının üzerine sürdü. Arabanın altında kalan talihsiz kadın, başından yaralanmış ve köprücük kemiği de kırılmıştı.“ (s.62) 

***

Sonra, 1972-’74 arası ikinci mahpusluk dönemi geldi. Güney’in bu dönemde yaşadığı iç hesaplaşma ve gelişmeyi Selimiye Mektupları adlı kitabında çok net görebilirsiniz. Ben Selimiye Üçlüsü’nden, Hücrem’den bazı alıntılarla yetineceğim: 

“Kişisel nitelikler gösteren hırs, inat, kin, nefret, acımasızlık yön verdi hayatıma bir zamanlar. Bütün bu dengesiz duyguları, sağlıklı bir biçimde yönetecek, yönlendirecek, toplumsal yanlarını zenginleştirecek bilinç birikiminden yoksundum. Teorik ve ideolojik temelim zayıftı. Düşündüklerimle yaptıklarım arasında büyük çelişkiler vardı. Yoksul halkımızdan sözediyor, onun mutluluğu için elimden gelen her şeyi yapacağıma inanıyordum. Fakat pis bir burjuva gibi yaşıyordum ve çevremi saran pisliği yırtacak gücü bulamıyordum.” (s.39) 

“Cezaevi günlerim benim için yeniden doğuş olmuştur. Arınmak, yalınlaşmak, bir takım sahteliklerden kurtulmak zorunluluğunu duydum orada. Orada, toplumun çeşitli kesimlerinden aldığım, kendime mal ettiğim tutarsız eğilimlerimin farkına vardım.” (s.41) 

‘Hakim cinayeti’yle başlayan üçüncü mahpusluk dönemindeyse Yılmaz Güney kendini yeni baştan var etti. Eğer 47 yaşında ölüp gitmeseydi, büyük olasılıkla çok daha geliştiğini, sorunlu geçmişinden daha sağlam adımlarla uzaklaştığını görecektik. Ve bugünün gençleri, tanımadan  ‘Kadın düşmanı, katil lumpen’ deyip geçtikleri Yılmaz Güney’i o ilkel yanlarıyla değil, Türkiye sineması yerle bir olacak olsa onu yeni baştan kurabilecek derecede güçlü ve düşünen bir sinema insanı olarak tanıyacaktı.