Kral sürekli “her şeyde iktidar olduk ama kültür sanatta olamadık!” diye yakınıp duruyor! Ben de yazdım başkaları da, öyle demekle olmuyor bu işler!

DERSİMİZ Kültür Fizik 

KONUMUZ İktidar, hegemonya... 

“Vayyy yine mi siyasi büroda işleyeceğiz dersi, hocam bu laflar hep siyasi” diyen birini mi duydum arka sıralardan? İktidar ve hegemonya kavramlarını duyunca “aman yine mi bu sıkıcı konular?” diye düşünen de vardır aranızda belki. Böyle düşünenlere hoş bir armağanımız var, Edip Cansever’in “Eylülün Sesiyle” şiiri, bak tam da zamanı, demek ki bunun birazı da eylül sıkıntısı, şiiri okuyun, buraya birkaç dizesini yazayım: “Baylar! / Bin dokuz yüz seksen birdeyiz / Karşınızda eylülün sesi / Ağustos çekildi eylülün sesi / Birazdan konuşacak / Bu dünyada yaşamak cansıkıcı bir şeydir baylar!” 

Bayanlar ve baylar, şairin mi yoksa eylülün dediği gibi, her ikisi de olabilir, başka dünyaları bilemem ama, “bu dünyada yaşamak cansıkıcı bir şey!” Hatta dizeyi biraz eylülden kurtarıp nisana, mayısa götürsek sözgelimi, orada da karşımıza pek şakacı bir şair olarak Ergin Günçe çıksa ve “Bu dünyada gülmedik de öteki de şüpheli!” dese! Can sıkıntısının biraz da olsa yüzünü güldürse... 

Güllük gülistanlık deyimini severim, günlük gülistanlık da denilebilir o da güzel ve güneşlidir, sözcüklerin güneşli olanını daha çok severim hele bir de baharın avlularda taşlıkların yıkanırkenki hali yok mu galiba yaşamak bu derim ve yaratıcı doğaya teşekkür ederim. Bir kez güneşe dua eden bir adam görürseniz, sevinçte, sadelikte, yalınlıkta, yetinmede, iyilikte hep o adamı görürsünüz, ben o adamı gördüm, bir şehrin çıkış kapısının hemen karşısında başlayan mavi denizin kıyısında durmuş, yalnızca elleriyle değil kapalı gözleri ve açık kalbiyle de güneşe dua ve teşekkür ediyordu. 

Dersin burasında üstteki paragrafın da derse değil ama yaşama içkin olduğunu söyleyelim, öyle ya güneşi ister duayla ister teşekkürle ister şarkıyla şiirle selamlamayacaksak, bize göz kırpan o ateşli şeye, o sıcacık dosta gülümsemeyeceksek... derken bir kez daha dersten bahçeye kaçtığımızı fark ediyor ve kendimden başlayarak hepimizi derse davet ediyorum. 

Dersimiz kültür-sanat, konumuz can sıkıcı şeyler... Öyleyse kültür fizik koyalım dersin adını! Onun daha eğlenceli olduğu adının komikliğinden belli bi defa! Bizimki de aslında istenirse eğlenceli bulunabilir. Neden mi? Durumun kendisi bir hayli trajik olunca sonunda kaçınılmaz biçimde komik oluyor. Buna da trajikomik adı veriliyor ve Marx’ın Hegel’e atıfta bulunup düzelterek söylediği gibi, “Hegel bir yerde şöyle bir gözlemde bulunur: Tarihte büyük olaylar ve kişiler iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak!” 

Bu kültürel iktidar sorunu da öyle. Bunun “bu halk bizi seçmiyor, öyleyse biz de bu halkı değiştirip başka bir halk bulalım kendimize” haltını yemekten daha eğlenceli olduğu kesin! En azından dışardan baktığınızda hayli güldürüşlü geliyor. 

Memleketin Birinde Hoptirinam! kitabı gelir aklıma Aziz Nesin’in hep bu gibi durumlarda. Memleketin birinde bir kral varmış, kralmış ama pek kral adammış diyemeyeceğim maalesef, halkın inançlarını sömürerek, insanları inananlar-inanmayanlar diye ikiye, hatta üçe, dörde, beşe bölerek, çoğunlukla da halkın kullanmadığı ama “vay be helal şu krala amma büyük şeyler yapıyor!” diyeceği göz alıcı yapılar yapıyor, bunlarla da milletin övünmesini gurur duymasını sağlıyormuş. Onlar gurur gurur yapadursunlar, mideler de gurul gurul yapıyormuş ama kimin umurunda? 

Bu arada çevre ülkelerin yoksul halkları da koşa koşa, binler, milyonlar halinde oraya geliyor, ülkenin herkese açık kapılarından elini kolunu sallaya sallaya giriyor, kral ve adamları da bu insanları “din kardeşimiz” diye bağırlarına basıyorlarmış! Fakat ne yazık ki kralın 1001 gece masalları gibi bitmez tükenmez 1001 odalı sarayında ağırlanmıyorlarmış, o kadar da değilmiş yani! Hem de olmazmış, zira “itibardan tasarruf yapılmazmış!” 

Eğitimden adalete ordudan polise jandarmaya ve akla gelen gelmeyen tüm devlet kurumlarına “yandaş” denilen taraftarlarını doldurmalarına, çoğuna sahip oldukları belediyelerin dev harcamalarına, nerdeyse tamamı kral yandaşlarının elinde olan medya gücüne karşın, kralın da üzgün bir çehre ve ona eşlik eden bir sesle sık sık ve acı acı itiraf ettiği üzere, her şeyi, ekonomik gücü, sayısal çoğunluğu ve ideolojik üstünlüğü de ele geçirmelerine karşın, “bir şey”i elde edememenin kederiyle yanıp tutuşuyormuş! 

O biricik şey de kültürel iktidarmış! Kendi çevresinden “sanat sepet” işleriyle uğraşanların toplum tarafından pek “kaale” alınmayışına, okunmayışına, dinlenmeyiş, görülmeyiş ve izlenmeyişine pek içerliyormuş ki olasılıkla içinden de “o kadar da para döküyoruz bu işlere, kamu bankalarının, devlet kuruluşlarının ilanlarıyla besliyoruz, renkli renkli kuşe kuşe dergiler için kaynak yaratıyoruz, TRT’mizde programlar yaptırıp konuşturuyor, dizilerle filmlerle pompalıyoruz ama olmuyor!” diyordur. Kralın bugünlerde iki büyük rüyasından biri “bu şehr-i İstanbul”u adeta küffarın elinden kurtarır gibi kurtarmaktır, zira açık açık “başta İstanbul olmak üzere şehirlerimizi geri alacağız!” dediğini bilmeyen yok! “Şehirleri!”ymiş, lafa bak, ülkenin kentlerini de paylaşıyorlar, daha doğrusu paylaşmıyorlar adeta el koyuyorlar! Babalarının tapulu malı ya da ecdattan onlara miras kalmış! 

Bu kültür sanat işi de öyle, kral sürekli “her şeyde iktidar olduk ama kültür sanatta olamadık!” diye yakınıp duruyor! Ben de yazdım başkaları da, öyle demekle olmuyor bu işler! Türkçenin yeryüzü şairlerini, şahane yazarlarını Türkiye Cumhuriyeti devleti filan desteklemedi 100 yıl boyunca, aksine köstekledi, hapse attı, sürdü, süründürdü, ezcümle yok etmeye çalıştı, ama ne oldu? Türkçenin en büyük şairi Nazım Hikmet oldu, hapislerde çürütülmeye çalışılan; en çok sevilen yazarı Sabahattin Ali oldu, katledilen; Yaşar Kemal yeryüzü destancıları arasında sayıldı, horlanan; Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Cem Karaca sürgüne gittiler, ikisini oralarda yitirdik, sinemamızı Metin Erksan’dan sonra Güney duyurdu dünyaya, onların açtığı yeryüzü yolundan Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve başkaları da yürüdüler... Ve daha pek çok yazar, şair, sanatçı ülkenin, Türkçenin onuru oldular. Bazıları sonradan yollarını değiştirseler de başlangıçta demokrat, sol, sosyalisttiler ve ne yardım almışlardı devletten ne de şefaat beklemişlerdi! 

Diyeceğim beslemeyle, desteklemeyle olmuyor bu işler, hem de olmaz, önce laik olacaksın, kültür çalışacaksın yani, sonra yazacaksın, bu da fizik çalışacaksın demeye gelir, film çekeceksin, müzik yapacaksın, resim yapacaksın, laik değilsen sanatı da bir yere kadar yapar, yazıyı da bir yere kadar yazarsın. Ezcümle bir yere kadar gelir orada kalırsın hacı! 

ANA DÜŞÜNCE “Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız.” Mustafa Kemal Atatürk 

YARDIMCI KİTAP Kültürün Huzursuzluğu, Yasin Durak, Sol Kültür Yayınları, 2022.