Askerî ve sivil darbelerin, faşizmin, otoriter rejimlerin baskıcı uygulamalarının görüldüğü her yerde, Arjantin’den Şili’ye, Kolombiya’dan Türkiye’ye muhalifler tutuklandı, öldürüldü, yok edildi ve kaybedildi. Şimdi kayıpların üstü kapatılmak isteniyor, annelerin sesi duyulmasın isteniyor. Niye?

DERSİMİZ Cumartesi 

KONUMUZ Anneler 

Berberleri gücendirmek istemem, gerçi 6 ayda bir yolum düşüyor ama olsun, onlar şimdi çeşitli İngilizce adlarla “yeni nesil” dedikleri mesleki bir güncelleme içine girip daha “havalı” bir konuma yükselseler de, ben hâlâ mahalle berberlerine aşina bir nesle mensup olmanın bahtiyarlığını duyumsuyorum! 

Cümleyi de kendimi bir berberde tıraş olurkenki ruh hali içinde atmosfer oluşturmaya çalışan bir yazar olarak hevesle kaleme aldığımı fark etmiş olmalısınız! Tamam kısa keseceğim! Hem de öyle kısa ki bir yıl berbere uğrama gereksinimi duymayacaksınız! 

Fakat insan berbere yalnızca saç ve/veya sakal tıraşı için gitmez ki, berbere gitmek güncel politik tartışmalar kadar, futbol karşılaşmaları üstüne yorumlar, eski topçular üstüne de nostaljik muhabbetlerin koyulduğu mekânlardır ki, Turgut Uyar’ın “durunca anlaşılır saatin kaç olduğu” dizesi gibi, olmayınca, kalmayınca hissedilir yoklukları, Tanrı bizi o günlerden korusun! 

Berberler hiç konuşmasalar, sussalar bile, makaslar ne güne duruyor, onlar açar ağızlarını, berber edebiyatı yaparlar, “arayı fazla uzatma!” derler, “kısa kes!” derler, terzilerse iğne iplik kadar sessizdir, varlıkları yoklukları belli değildir, adeta kendi içlerinde kaybolmuşlardır. Nasılsa incecik sular gibi akışlıdır iğneleri, uzun ovalar gibi uzanan, açık denizler gibi dalgalanan kumaşların üstünde sessizce yol alırlar. Berberlerle terzilerin yan yana olmaları tesadüften midir bilinmez, belki de ying ile yang gibi, siyah ile beyaz, neşe ile keder gibi yaşamın iki farklı yüzünü yansıtmak için yan yana gelmişlerdir. 

Kısa keseceğim, hem uzatacak ne var? Belki de vardır, yinelemek, yeniden söylemek, anımsatmak gereklidir, onlar unuttukları için değil, unutmuş gibi görünecekleri için, unutturmak isteyecekleri için uzatmak gerekir. Kısa kesmek, kısaca anlatmak övülen, önerilen şeydir ama zararları da vardır, kısa olduğu için önemsizleştirilme, akıldan ve hatırdan çıkma, farkına varmama, dahası yeterince anlatamama, eksik bırakma ve hepsi bu kadar mı küçümsemesiyle karşılanma tehlikesi vardır. 

Hilmi Yavuz’un “Doğunun Geçitleri” şiirini çok severim, özellikle de herkesin bildiği ve sevdiği başlangıç dizelerini: “çok uzun anlatmak gerekti / ve biz, sadece ima ile geçtik”. İma güzeldir, derindir, şiirdir, lakin şiir ile uslanmayanın hakkı da uzun uzun dinlemektir! 

Kısa kes! Bu buyruk sesini kes, fazla konuşma, işim başımdan aşkım, bir de seninle mi uğraşacağım anlamına gelir çoğu kez. Dinlemek, anlamak, çözülmek istenmeyen konulara, sorunlara karşı bir lütuf gibi ayrılan değerli vakitlerinden çaldığınızı duyururlar size. Kısa kesilmesi istenen konuyu da yarım kulak dinlerler, baştan savma yanıtlarla da savuştururlar. Size değer vermediklerini hissettirirler, ki elbette sınıfsal bir yanı vardır bunun! Polisin Cumartesi Annelerine “şov yapma!” demesi gibi beter bir şeydir bu, oğlu kaybedilmiş bir anneye, annelere “şov yapma” demek! 

Uzun zamandır Cumartesi Annelerine karşı yapılan bu, önce yıllardır toplandıkları, kayıplarını duyurmak, ses çıkarmak için bir araya geldikleri Galatasaray Meydanından sokak arasına sürüldüler, şimdilerde çok az sayıda anne ve onları destekleyen yurttaşları görünmez kılmak için neredeyse yüzlerce polis kalkanıyla çeviriyor, hemen her hafta gözaltına alıyor, yani “kısa kes!” diyor! 

Ne kadar kolay kısa kes demek! Kızları, oğulları, kardeşleri, anneleri, babaları, yakınları çoğu siyasal nedenlerle yok edilmiş, kaybedilmiş insanlar Türkiye’de ortaya çıkmadılar yalnızca. Askerî ve sivil darbelerin, faşizmin, otoriter rejimlerin baskıcı uygulamalarının görüldüğü her yerde, Arjantin’den Şili’ye, Kolombiya’dan Türkiye’ye muhalifler tutuklandı, öldürüldü, yok edildi ve kaybedildi. Şimdi kayıpların üstü kapatılmak isteniyor, annelerin sesi duyulmasın isteniyor. Niye? Bir avuç anneden korktukları için mi, hayır, devlet aklı devlet haklı diye düşündüğü için! 

Hak aramak, özgürlüklere sahip çıkmak, kayıplarını bulmaya çalışıp bir daha olmaması için çabalamak hiç kuşkusuz yurttaş olmayı gerektirir. Anne olmaksa biraz daha fazlasını gerektirir, evlat yolunda nice acılara, çilelere, baskılara, yasaklara göğüs germeyi gerektirir. Bunu en iyi bilenlerden biri oğlu Murat’ın peşinde kent kent cezaevleri dolaşan Gülten Akın’dı. Polisin döverek öldürdüğü gencecik gazeteci Metin Göktepe ve annesi için yazdığı “Anneler İlahisi” şiirinde “Anneler olmasa kim kimi severdi / saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci” demişti. İster şehit annesi olsun, ister Diyarbakır annesi, ister Cumartesi annesi, hepsinin hasreti evlat kokusudur. Evladına sahip çıkmak, onu dünya gözüyle görmek, sevmek, sarılmak, haber almak, kayıpsa bulmak, onun anılarıyla avunmak, onu anarak yaşamak annelerin hakkıdır. Hayırlı da olsa evlatları hayırsız da, anneler Ahmet Erhan’ın kapıyı çalan şiirindeki sesi duymak ister: “Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın” diyen o yorgun ve tozlu sesi. Evlat kokusu yeryüzünün tüm bahçelerinden, onlardaki büyüleyici kokulardan da güzeldir. Evlat kokusu insandan yapılmıştır çünkü, insanın aşktan yapıldığı gibi. O yüzden biriciktir, benzersizdir, ömre bedeldir evlat kokusu. Hele o kokuya hasret karışmışsa, yokluk karışmışsa, anne yalnızca o kokuyu bir kez daha duyabilmek için yaşar dünyada. 

Barışı da en iyi anneler bilir, barış evlat kokusuyla güzeldir, tıpkı Cumartesinin özgürlük kokusunun en çok duyulduğu gün olduğu gibi. Cumartesi barış kokar, evlat kokar, hasret kokar, özgürlük kokar. En çok annelerin duyduğu. 

ANA DÜŞÜNCE Anneler, sabır ve inadın büyüttüğü küçük kızlardır. 

YARDIMCI KİTAP Cumartesi Anneleri, Berat Günçıkan, İletişim Yayınları, 1996.