Yargıtay ile AYM arasında cereyan ediyormuş gibi görünen kriz, en temelde, Türkiye’nin 2018’de resmi olarak geçiş yaptığı “Türk tipi başkanlık rejimi”nin, Anayasal ismiyle Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin yol açtığı ikiliğin semptomları.

Yargıtay Başkanı Mehmet Akarca’nın dün Afyon’da bir gazetecinin “Anayasa Mahkemesi’nin son kararıyla ilgili bir ikilem var, bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?” sorusu üzerine verdiği yanıt bunun göstergesi:

“Anayasa Mahkemesi’yle bu sadece son olayla ilgili olarak ortaya çıkmış bir problem değil. Yani aşağı yukarı 5-6 yıldır süregelen bireysel başvuru yolunun incelenmesindeki yorum farklılığından ve Anayasa'nın durumundan kaynaklanan ve ciddi anlamda derin görüş aykırılıklarımız olduğu bir gerçek.”

AYM’ye bireysel başvuru yapma hakkı, 2010 referandumundan sonra gelmişti. Peki “yorum farkı” neden 13 yıldır değil de 5-6 yıldır var? Çünkü 5-6 yıl önce ülkede rejim değişti. Rejim şimdi kurumları ve sistemi de bütünüyle değiştirmenin peşinde.

Yeni rejim, sadece yürütme şeklini değiştirerek yetkiyi Meclis’ten alıp Saray’a vermedi, aynı zamanda devletin kurumsal, davranışsal ve ideolojik karakterini dönüştürecek bir ara dönemin kapısını araladı. AYM’nin Can Atalay hakkında verdiği ikinci hak ihlali kararını da reddedip “Hukuki değeri yok” diyen Yargıtay 3. Dairesi, rejimin kuvvetler ayrılığı prensibine yaklaşımını içselleştirmiş “model” bir devlet aygıtı.

İktidarın paradigmasına göre siyasi yetki bir kere milletten alındıysa, asla sınırlandırılamaz ve hukuk standartlarına tabi olamaz. Siyasi yetki, en güçlü yetkidir. Buna muhalefet eden de darbeci ve vesayetçidir. Bu öyle bir yetkidir ki yargı mekanizması için de yön tayin edicidir. İktidar birine “terörist” diyorsa, yargı “hak ihlali” var deyip “teröristi” tahliye edemez. Etmeye çalışırsa bunun adı “jüristokrasi” olur.

İşin garibi, bu büyük yetki, halkın yüzde 51’inin oyunun alınması durumunda bile ele geçirilebiliyor. Halkın yüzde 49’u, hatta 49,9’u sizin hükümet olmanızı istemese dahi, kıl payı kazandığınız seçimde, yüzde 100 güç sahibi olarak tüm devleti arzu ettiğiniz gibi dönüştürmek için işe koyulabiliyorsunuz.

Elbette eski rejimin de hukukla ilişkisi ve yargının bağımsızlığı meselesi Türkiye’de her zaman tartışma konusuydu. Fakat yeni rejimin eski rejimden en temel farkı, hukukun göreli özerkliğini tamamen devre dışı bırakmayı hedeflemesi. Rejim, özellikle siyasi davalarda, yargıdan tam itaat ve sadakat bekliyor. Adalet sistemi artık tepeden tırnağa ideolojik kabullerin ceza/ödül dağıtıcısına dönüştürülmek isteniyor.

Bu zeminde AYM’nin “hak ihlali” kararının “hukuki değerinin olmaması” gayet normal. Zira “hak” yok ya da en azından eskiden kavradığımız şekliyle mevcut değil. Yeni rejim “hak” kavramının sınırlarını daraltıp eski sınırların içinde kalan alanları “terör”le eşitliyor; bunu kabul etmeyeni de “terör” çemberine alıyor. Yargıtay, AYM’ye haddini bildirip ne demişti:

“AYM’nin, terör örgütlerinin de hedefi haline gelen Dairemizin, derece mahkemelerinin kararlarını denetleyen bir üst temyiz mahkemesi olduğunu görmezden gelmek suretiyle sanki sonradan oluşturulan bir mahkeme olarak göstermesi, terör örgütlerinin söylemleri ile uyum göstermiştir.”

AKP’nin klasik merkez sağ bir iktidar partisi olmadığını, nihai hedefinin rejimi değiştirmek olduğunu yıllardır BirGün’de yazıyoruz. Bugünkü Anayasa tartışmaları ve Yargıtay’ın çizgi dışına çıkmasından kaynaklanan yargı krizi de bu hedeften bağımsız değerlendirilmemeli.

İktidar Anayasa’yı, yargıya yeni rejime uygun bir biçim vermek için değiştirmek istiyor. Yargıtay’a “Anayasa’ya uy” demek yerine, yüksek mahkemeler arasında yetki karmaşasından ya da “yorum farkı”ndan doğan bir kriz varmış gibi davranılmasının sebebi bu.

2014-2018 arası Türkiye’nin anayasal bakımdan parlamenter, fiili olarak ise başkanlık sistemiyle yönetildiğini unutmayalım. Rejimin kurumsallaşması ve kurumları/sistemi tam manasıyla kendi yörüngesine sokma planına karşı muhalif bir siyasi hareket büyümezse, yargı da değişir, dönüşür ve en sonunda “aykırı” unsurların ayıklanmasıyla politik olana uyum sağlar.

Bu aşamadan sonra kısa vadede geri dönüş imkânsızlaşır. Çünkü evrensel hukukun geçersizleştiği bir denklemde, seçimin kazanılması da artık bir şeylerin değişmesi için yeterli olmayabilir.

Hukuksuzluğa itirazın ufku, siyasi iktidarla tavizsiz bir mücadeleyi içermeli. Bu yangından tek başına adaleti sağ çıkarabilme ihtimali yok.