Yas taşıyıcılar
Fotoğraf: İHA

1972‘de Ece Ayhan, Sait Faik Faik Hikâye Armağanı‘nı sonradan epey ünlenecek olan hikâye kitabı ‚Parasız Yatılı‘yla kazanan Füruzan’la söyleşi yapmıştı. Ece Ayhan soruyor: "Sonra nasıl oluyor bu, bir ölümün yer almadığı hikâye yok gibi Parasız Yatılı’da?" Füruzan yanıtlıyor: "Onlar ilansız ölülerdir. Önemlidirler. Arkalarında az bir para bile bırakmazlar. Vasıfsız işçilerdirler. Ölümleri evin ekmeğini zora sokmuştur. Durmadan anılırlar. Evin kadını ‘beni bırakıp nereye gitti’ diye başsağlığı kabul etmez. Bir yerde işe girmesi gerekir. Çürük kadın değildirler. Ölümler unutulmaz. Üç kuşak öteye kadar anlatılır durur. Çocukların daha küçücükken anlatılacak ölüleri olur." Bu söyleşi gerçekleşirken ben daha doğmamışım. Ama nasıl bir kültürel atmosferin içine geldiğimi anlatıyor. Bugünkü edebiyat söyleşilerinde ‚ilansız ölüler‘den pek konuşan yok.

Füruzan’ın ölüm haberini alınca, oturdum ‘Parasız Yatılı’yı bir daha okudum. Ölen bir şairin ya da yazarın arkasından kitabını okumak, en iyi uğurlama olsa gerek. Hikâyeleri okurken içimde sadece Füruzan‘ın yası yoktu, günümüzde eksilen ve yeri dolmayan her şeyin yası vardı. Sonra elim ‘Benim Sinemalarım’ kitabına gitti ve açtığım sayfada geliniyle konuşan kadının sözleriyle karşılaştım: "Kışın günler kısalıyor. Gece geliyor hemen. O zaman ölümü düşünüyorum. Vakittir ya... Bizler ölümden korkmazdık memleketteyken. Ordaki dağ ar, çayırlar, esintili ılgıt tepeler gömülmeyi hiç zor göstermezdi kişiye. Çünkü gelinim, yürüyüp soluklandığımız alanlar vardı. Oysa burada açarız oda kapısını, dışarsı diyerek çıkarız kuyulara, sarnıçlara. Günsüz, nursuz sokaklara. Buysa zorlaştırıyor her şeyi. Tuttuklarımız, gördüklerimiz estirmiyor gönlümüze bir ferahlık. Burda çimenler anca duvarların örgüleri arasında çimleniyor yer bulup." Ölüm korkusunun günümüzde bu denli artmasının hikâyedeki kadının söyledikleriyle bir ilişkisi olsa gerek.

Belki de Melanie Klein haklıdır, insanın doğaya olan düşmanlığı, bilinçdışı korkusundan kaynaklanıyordur. Öyle ya, binlerce yıl insanı beslediği kadar tehlikelerle sonunu da getiren bir güçle hayranlık ve nefret ilişkisi kurması şaşırtıcı olmasa gerek. Covid 19’a toplu halde verilen tepki de bu bilinçdışı korkunun ne denli derinlere işlediğini göstermiyor muydu? Doğanın öngörülemezliği ve belirsizliği, teknolojik gelişmelere rağmen insanın savunmasızlığını hatırlattı. Bu savunmasızlık, çoğunluğu bir şeyleri sorgulamaya itecek diye düşünürken, artık çoğu kişi salgından konuşmak ya da o günleri hatırlamak istemiyor gibi. İnkâr ve bastırma savunma mekanizmaları devreye girerek yaşanan travma, diğer pek çok travma gibi derinlere gömülüyor. Aslında kişisel ya da kolektif keder ve yas, insanı şefkatli olmaya yöneltip yaşama bağladığı gibi, tam tersi yönde nefrete ve ölüme bağlayabilir. Bu ikisi arasındaki yol ayrımı kayıp nesneyle nasıl bir ilişki kurduğumuza bağlı.

KAYIP VE NEFRET

2019’da yayınlanmış olmasına rağmen ancak yeni izleyebildiğim Nicolas Winding Refn’in ‘Too Old to Die Youn’ adlı film gibi on bölümlük dizisi, yasın nasıl nefreti ve ölümü çağırdığının ironik bir analizi gibi. Dizinin bütün başkarakterlerinin neredeyse hepsi, yaşadıkları kayıptan sonra dünyayı ateşe verip intikamla yüreklerini soğutmak istiyorlar. Kartelin başına geçen kişi herkese tecavüz ve işkence edilsin diyerek annesinin ölümüyle baş etmeye çalışırken, eski polis karakter de yasını tecavüzcüleri öldürerek tutuyor.

Psikanalist Bernstein‘ın 2005‘te ‘Living in the Borderland’ adlı kitabında yazdığı gibi, yasın ve kederin insanları birbirlerine ve doğaya bağlıyacak o görünmez bağlar, ancak ‘yas taşıyıcılar’la birbirine bağlanabilir. Sistem, genel olarak kitlelerin acı veren yas süreciyle baş etmekte zorlanmalarından faydalanıp uyuşturmayı ve sakinleştirmeyi teşvik eden bir tutumu yaygınlaştırıyor. Çünkü toplumsal bağların çözülmesi ve doğaya yabancılaşma, bilinç acısına dayanmayı zorlaştırdı. Günümüzde acı eşiğinin nasıl çok alt seviyelere indiğini gösteren araştırmalar yayınlanıp duruyor. Bunun nedeni sadece envai çeşit ağrı kesicinin tüketilmesindeki artış değil sadece, psikolojik düzeyde de yaşanan kopuşlar. Belki de eskiden halk ozanlarıydı ‘yaş taşıyıcı’, sonrasında bu görevi şairler ve yazarlar bunu yaptı. Şimdi? Füruzan’ın ‘Parasız Yatılı’ kitabını okurken, bir yas taşıyıcısı için yas tutuyorum.