İnsanlığa ait hiçbir değeri barındırmayan bir düzen bu. Bombalar altında bir yaşama alışmamızı isterken aynı anda paranoyaların beslediği korkuyla sokakları terk etmemizi bekleyen.

Yanı başımızda patlayan bombanın hesabını sormak bir yana dursun, ‘güvenlik, istihbarat zafiyeti’ gibi sorulara bile tahammül edemeyen… Okula, evine, yurduna dönen çocuğundan yaşlısına insanları izlediği savaş siyasetince ‘şehit’ ilan eden, çürüdükçe despotikleşen, despotikleştikçe gözü dönen bir düzen bu.

Şu ekonomi köşesinde bile ‘ekonomi’ konuşturtmayan, fırsat vermeyen, ucu simsiyah bir karanlık bu.

Canımızı nasıl kurtarırız? Eksik ve yanıtları yanlış yere yönlendirebilen bir soru bu; doğrusu şöyle olmalı: “Canımızı kimden, nasıl kurtaracağız?”

Önce insanca yaşam hakkımızı sonra da yaşama hakkımızı elimizden alan süreci ne ‘kendiliğindenciliğe’ veya ‘konjonktüre’, ne de tek başına alçak saldırıların alçak düzenleyicilerine havale etmeye hakkımız var. Soma katliamıyla Ankara katliamı arasındaki bağı kuramadığımız, yahut bu katliamlarla ülkemizde korkutucu boyutlara ulaşan kadın cinayetleri ile çocuk tecavüzcüleri arasındaki benzerliği göremediğimiz ölçüde büyük bir hataya düşeriz. Her yeni güne dehşet haberleriyle bizi uyandıran insanlık ayıplarının, insanlarımızın emeklerini, değerlerini, canlarını hiçe sayan olayların bir ‘gelişme’ değil bir ‘sonuç’ olduğunu unutmamalıyız. Bu sonucu ise parçalı politikalarda değil, rejimin kendisinde aramak atılacak adımların başında gelmelidir.

Hatırlayın, son 13 yılda gericiliği kurumsallaştırarak toplumun ilerici damarlarının nasıl tıkanmaya çalışıldığını. Bugün fetvalarla yönetilen bir toplum haline gelmemizdeki süreci hatırlayın; kadını aşağılayan, tüm insanları biat etmeye zorlayan, düşünen-sorgulayan bir toplum olmaya yönelik her ilerici değeri yok eden bu sürecin sonuçlarıdır 13 yılda sayısı 6 bine yaklaşmış kadın cinayetleri, Karaman’da tarikat üyesi olan bir ‘öğretmenin’ 45 çocuğa tecavüz etmesi, öldürülen çocuk sayısının 500’e ulaşması…

Dolayısıyla iktidarın savaş konseptiyle ülkeyi yönetme çabasını sorgulamaya başlarken, bir rejim tanımı ve iktidarın yönetme politikasını tariflemek elzemdir. Karşımızda şiddete, sömürüye, biri diğerini eşit görmeyen, sorgulamayan bir topluma ihtiyacı olan bir rejim var. Toplumun içindeki bilinçli politikalarla inşa edilen ve sistematik olarak beslenen gerici damarlara, bu damarlardan çıkacak körü körüne bir şiddete ihtiyacı olan bir rejim. Toplum içinde direniş potansiyeli arttıkça despotikleşen, despotikleştikçe parçalamaya, ayrıştırmaya daha fazla yönelen bir rejim. Ve sonuç olarak Ankara’yı savaşın başkenti yapmasının hesabını vermek yerine zırhlı araçlarından duyulan mehter marşlarıyla savaşına devam edecek kadar da uyanık ve tehlikeli.

Evet, bugün şiddetten beslenen, sistematik kaosu ölümle-kanla besleyen, ortaçağ karanlığını 21. yy’a taşımaya çabalayan AKP iktidarı ve rejimi; memleketi savaşa, yobazlığa, katliamlara ve düşmanlığa sürüklüyor.

Tüm yurttaşları yaşam güvenliği tehdidiyle kendi kudretine mecbur etmeyi hedefliyor, iktidarını savaşla yöneterek sürdürmeyi göze almaktan çekinmiyor.

Velhasıl verilebilecek en güzel tepkiyi yaşamını yitiren 16 yaşındaki Destina Peri Parlak’ın yakını verdi: “Yerin dibine batsın iktidarınız da, paranız da, başkanlığınız da. Hiçbiri o genç kızın hayatı etmez” diye dile getirerek.

Bizde devamını getirelim, daha kaç gencimiz, yaşlımız, arkadaşımız, kardeşimiz ölecek?

Dış politikadaki “Osmanlı Sarıklı” zihniyetiniz, halkları birbirine düşman eden politikalarınız, terörü, gözyaşını ülkenin her noktasına taşıyan planlarınız daha kaç canımızı alacak?

Daha kaç yaşamı savunan gencimizi sürükleyerek bizlerden alacaksınız?

İktidar cephesinden bu sorulara yanıt verebilecek biri olmuş olsaydı, şüphesiz bugüne kadar bunca ölümün ardından sıfır sorumluluk bilinciyle sıfır istifa olmazdı.

Nitekim yanıt şu; canımızı ancak hep birlikte kurtarabiliriz. Verilecek bir canımız yok diyerek kenetlenerek, öfkemizi yaşa(t)mak için harekete geçirerek… Yalnızlaştıkça çaresizleşiriz bilinciyle bir arada, maddi manevi her türlü değeri elimizden alanların üzerine yürüyerek. İşçilerin, kadınların, gençliğin meselesi diye bakmadan her alandaki saldırılara karşı birlikte mücadele ederek, saldırıları her alanda püskürtmeden kurtuluşun olmadığını bir an bile aklımızdan çıkarmayarak. Evet, öyle bir kavşak noktasındayız ki; bu memleket bizim, bu yaşam bizim diyerek ayağa kalkmadan, aydınlık bir yaşamın olduğu geleceğe doğru adım atmamız da mümkün olmayacaktır.