Şöyle bir baba düşünün: Tek derdi ‘itibar’. İtibardan anladığı da, klan benzeri geniş bir aile örgütlenmesinin lideri seçilmek, hep başköşede oturmak. Adını duyan herkes ayağa fırlasın, önünde eğilsin, ona saygıda kusur etmesin istiyor. Ama arzuladığı bu hastalıklı ‘itibar’ için bile hiçbir şey yapmamış. 70 yıllık ömrü boyunca etrafındaki herkesi mutsuz etmiş bir adam. 

Bu babanın dört oğlu, bir kızı var. Çocukların hepsi yaralı; eğitim görememiş, meslek sahibi olamamışlar. Oğullardan biri küçük sahtekarlıklarla geçiniyor, biri alışveriş merkezinde tuvalet temizliyor ama kazandığı para ailesine yetmediği için babasının evinden yumurta çalıyor, biri kas geliştirmeyle kafayı bozmuş, biri başka bir kentte fabrika işçisi. Evde düzenli geliri olan tek kişi, 40 yaşındaki Leyla. 

***

İranlı yönetmen Said Rustayi’nin Berâderân-ı Leyla/Leyla’nın Kardeşleri (2022) adlı filmi, bu ailenin yaşam savaşını anlatıyor. Şeriat mahkemelerinin Rustayi’yi hapis ve ‘beş yıl film yapmamak’la cezalandırmasına yol açan filmin öyküsüne biraz daha devam edelim: Tuvaletçi Perviz dışındaki kardeşler ya mutsuz evlilikler yapmış, ya da baba yüzünden onu bile yapamamışlar. Kızını sülale içinden biriyle evlendirip ‘itibar’a biraz daha yaklaşma hayalleri kuran baba, Leyla’nın sevdiği gence kızının hastalıklı olduğunu söyleyerek evliliği engellemiş örneğin... 

Tuvaletçi oğul Perviz’in altıncı çocuğunun doğduğu gün, hastanedeyiz. İlk beş çocuğu kız olan Perviz bu sefer oğlan olduğunu söylüyor ama baba inanmıyor, bebeğin pipisini görmek istiyor. Hemşire izin vermeyince baba hastane koridorlarında bağırmaya başlıyor. Şirretlikle baş edemeyince izin veriyor, bebeğin kundağını açıyorlar. Yeni torununun pipisini gören babanın, ancak Yunanca-Farsça karışımı bir tanımla ifade edebileceğim ‘fallusperest’ adamın yüzü gülüyor. Geriye, bebeğin ismini ‘Gulam’ koymak kalıyor. Yakın zamanda ölen sülale reisinin adını torununa verince ‘itibar’a daha da yaklaşacağını düşünüyor baba...

‘İşlevsiz aile’ olgusunun somut örneği olan bu ailede, kardeşlerini ve yeğenlerinin geleceğini kurtarmak isteyen tek bir kişi var: Sinemada eşine zor rastlanır derecede güçlü bir kadın karakter olan Leyla.

Leyla, kardeşleriyle birlikte bir iş kurmak istiyor. Sekreter olarak çalıştığı alışveriş merkezinde, Perviz’in temizliğini yaptığı tuvalet yıkılıp yerine yeni dükkanlar yapılacak. Şu dükkanlardan birini alabilseler... 

Leyla, tembelliğe ve kolaycılığa alışmış kardeşlerini zar zor ikna ediyor, ama parayı nereden bulacaklar? Ne yapsalar olmuyor, peşinatı bile toplayamıyorlar. 

Tam o sırada, babanın 40 altını olduğu ortaya çıkıyor. Yeni sülale reisinin kim olacağı, eski reisin torununun düğününde açıklanacakmış; iki adaydan biri olan baba, düğünde damada 40 altın hediye etme sözü vermiş. Leyla, o 40 altını kendi çocuklarının geleceğine harcaması için babasına yalvarıyor. 

Kabul ettiremiyor tabii... Karısını ikna etmeye çalışırken şunları söyleyen baba bu: “Benim ölümümü duyururken şöyle diyecekler: ‘Jourablou Hanedanı’nın Reisi’! Seninkini de şöyle duyuracaklar: ‘Jourablou Hanedanı’nın Reisinin karısı’!” Geniş akraba çevresinden hiç kimsenin saygı duymadığı, arkasından ‘dilenci İsmail’ diye konuştuğu bu baba, tam da ‘itibar’a kavuşmak üzereyken itibardan tasarruf edecek değil ya! 

Sonra olaylar daha da trajikomik bir hâl alıyor: Fallus’ta somutlaşmış eril iktidara tapınan baba ve hayatını mahvettiği çocuklarının komik ve hüzünlü hikayesi, ‘rejim aleyhine propaganda’ yaptığı gerekçesiyle sansüre uğruyor, hapis cezasının yanı sıra yönetmenin yönetmenlik yapması beş yıllığına yasaklanıyor.

Oysa filmde, İran’daki şeriat rejimi aleyhine ya da basitçe ‘devlet karşıtı’ denebilecek tek bir kare ve tek bir sözcük bile yok. E, öyleyse? 

Koskoca devlet baba, erkekler tarafından erkekler için oluşturulmuş bir dünyadaki tek aklı başında kişinin güçlü bir kadın karakter olmasını hazmedemiyor belli ki, bunu rejim karşıtlığı olarak niteliyor. Biraz daha basitleştirerek söylemek gerekirse, ‘fallusperest’ iktidarın filmin pipisi olmadığını görünce hissettiği öfkeye tanıklık ediyoruz.

Said Rustayi’ye verilen akıl almaz cezanın bir yasal gerekçesi daha var: İran yönetiminden resmi izin almadan Cannes Film Festivali’ne katılmış olmak. Kabalaştırarak söylersek, babadan izin almadan çarşıya çıkmak... 

Baba, korkuyor. Baba, peşinde koştuğu ‘itibar’ın beş para etmediğinin anlaşılmasından, reislikle rezillik arasındaki sınırın ne kadar ince olduğunun görülmesinden korkuyor. 

İnsanlık tarihinde, ataerkil ve erkek-egemen yapının kendini bu kadar tehdit altında hissettiği başka bir dönem olmamıştır galiba...