Ne zaman bu şiiri okusam, o dakka aklıma Hikmet Kıvılcımlı düşüyor. Hani soyadını 1917 Büyük Ekim Devrimi’nden sonra çıkan “Iskra”(Kıvılcım) gazetesinden almış özgün sosyalist, düşünce ve eylem insanı, doktor. ‘Doktorcu’ değilim ama, Kıvılcımlı’yı her zaman ilgiyle, merakla okudum ve bir sosyalist düşünür olduğu kadar adeta bir dilci, eleştirmen, tarihçi, sosyolog ve edebiyatçı, hatta romancı olarak […]

“Yorgunlar Sendikası”

Ne zaman bu şiiri okusam, o dakka aklıma Hikmet Kıvılcımlı düşüyor. Hani soyadını 1917 Büyük Ekim Devrimi’nden sonra çıkan “Iskra”(Kıvılcım) gazetesinden almış özgün sosyalist, düşünce ve eylem insanı, doktor. ‘Doktorcu’ değilim ama, Kıvılcımlı’yı her zaman ilgiyle, merakla okudum ve bir sosyalist düşünür olduğu kadar adeta bir dilci, eleştirmen, tarihçi, sosyolog ve edebiyatçı, hatta romancı olarak okuduğumu bile iftiharla söyleyebilirim. İftihar onun elbette.

Bir şiir de yazdım Hikmet Kıvılcımlı için: “Priştine 1902-Belgrad 1971/Osmanlı’da doğdu, Cumhuriyet’te öldü/Balkanlar’dan geldi Balkanlar’a gitti/”Garibin meskeni kahveler hanlar”/’Doktor’un meskeni hapisanelerdi/bilmem bir şiirsel yanı var mıdır bunun/eski Yugoslavya gibi sözgelimi/Nazım’la ezber etmişler mapus damlarını da/ hiç geçinememişler, acaba şair kıskançlığı mı/nedense ‘Doktor’ gizliden şair gibi gelir bana/şair olmasaydı, ‘dini siyasete alet etmek’ten/yargılanır mıydı hiç Eyüp konuşmasında/proleteryanın sıra neferi bir sosyalist!”

Şiirler de yazmış ki şair olduğunu düşünmem de boşuna değil, ama şiirlerinden değil yalnızca, daha çok da o coşkun üslubundan, ateşli söyleyişlerinden. “Yorgunlar Sendikası” onun şiiri değil, Attila İlhan’ın, Doktor böyle bir sendika da kurmamış, böyle bir sendika da kurmaz. O İPSD’yi kurmuş arkadaşlarıyla birlikte 1968’de, İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği’ni. Bir anlamda ‘yoksullar sendikası’nı.

Attila İlhan’ın en sevdiğim şiirlerinden “Yorgunlar Sendikası”, Yasak Sevişmek (1968) kitabında yer alıyor, ‘Bağışlanmayan fikir suçluları”na adamış şair: “bir fabrika çıkardım kırgınlığımızdan/bütün atölyelerini yerli yerine kurdum/işçi yazılarak gece vardiyasına/sabahlara kadar özgürlük dokudum/yukarda gökyüzü kıvılcım ve duman”, şiir sürüyor. Ve ben Kıvılcımlı’yı niye andığımı, yazının başına niye yerleştirdiğimi şimdi anlıyorum. Doktor’dan her vesileyle söz etmeyi seviyorum, bir portresini de yazmayı istiyorum. Ama şimdi böyle bir yazıda neden o?

Şundan: Yazının başlığını “Yorgunlar Sendikası” diye yazıp, “yoksullar sendikası” diye okuyunca, daha doğrusu öyle düşününce, doğal olarak aklıma Kıvılcımlı geldi. Fena mı oldu, hayır, niye fena olsun, büyüğümüz, sevdiğimiz, sosyalizm uğruna yaşamını feda etmiş, hapislerde yatmış, çile çekmiş ve Attila İlhan’ın Toplumcu 40 Şiir Kuşağı için dediği gibi, ‘fedai’lerden biri o. Hep anmak, okumak, eleştirmek, yararlanmak ve mücadelelerinin kararlılığını örnek alıp, ‘Yol’unun aydınlığında yürümemiz gereken Sosyalist önderlerimizdendir Doktor.

Yoksullar sendikası değil, “Yorgunlar Sendikası” şiirin adı, ama iki başlığı da karşılayabilecek bir şiir. Yukarda birazını okudunuz. Biraz daha okuyalım:”bir sendika çıkardım yorgunluğumuzdan/adı üzerinde yorgunlar sendikası/seni üye yazdım henüz tanımadan/nasıl olsa şarkın hepimizin şarkısı/sesin nasıl olsa benimkisi kadar kısık”.

Yorgunlar sendikası bahar yorgunluğuna hazırlanırken, öyle ya adı üzerinde işte, Tuncay Akgün’ün unutulmaz ‘Bezgin Bekir’i rehavetinde şekerleme yapmaya doğru giderken ya da Ahmet Kaya’nın “Yorgun Demokrat”ı gibi, “umutlar yine gelecek bahara kaldı mirim!” diye kendini teselli edip gönlünü yatıştırmak üzereyken tam… Gaiplerden filan değil, galiplerden hiç değil, bizim buralardan, aralardan sıralardan bir ses serçeparmağından hallice tonuyla, boyuyla, Özay Gönlüm’ü de andıran şirinliğiyle çiçek gibi açıverdi. Kendimi birden nerde buldum dersiniz? Eski Türkiye’mizin eski TRT’sinin radyosunda sabah 7 ajansından önce ve sanırım sonra da türküler ‘çığıran’ programında biri, ‘ne duruyorsunuz, kalkın, bahar geldi, haydi!’ demiş gibi kendimden uyanırken buldum. (Çocuklara söz verdim, ‘uyku haftası’ diye bir yazı yazacağım, hatta şöyle yapayım, ‘önemli günler ve haftalar’ diye bir kitap yazıp, böyle kafadan güzel haftalar önereyim, belki birgün, çocukları, iktidardan ve koltuğundan daha çok seven birileri çıkar da, uygular! Olmaz mı diyorsunuz? Sakın demeyin, zira herkesin bir yoğurt yiyişi, ‘burası Türkiye!’ deyişi var, yok mu?)

İşte bu da benim ‘gönül yazım’ ve ‘Teşekkürler Türkiye! Teşekkürler İstanbul!’ demek için kaleme alıyorum! “Bekle Bizi İstanbul” şiirdi, şarkı oldu, şimdi de gerçek oldu. Öyleyse şiirlerimiz de bizim düşlerimiz, gerçeklerimiz de! Nazım Hikmet’le çocukluk ve gençlik arkadaşı Va-Nu(Vala Nureddin), 1920’de Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere, İstanbul’dan vapurla İnebolu’ya gelip, oradan da yayan yapıldak Ankara yoluna düşmüşlerken, yenik düşmemek için birlikte bir “Yol Türküsü” yazarlar. Harikulade bir şarkı. Milli Eğitim Bakanı’na başvursak okul şarkısı olarak çocuklara söyletirler mi acaba? “Alnımızda yanar gençliğin tacı/yorgunluğun anasını satarız/elimizde neşemizin kırbacı/ufukları önümüze katarız/…/ Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz/tükenmez yolları tüketiriz biz/ne saray ne hamam ne han isteriz/nerde gün batarsa orda yatarız”.

O bahar bu bahar işte! Can Yücel’in “Hava döndü işçiden esiyor yel!” dediği gibi biraz. Eski bahar yeniden geliyor, Türkiye’nin baharı bu, İstanbul’dan doğru esiyor. ‘Bu daha başlangıç!’ demek için çok sebebimiz var. Bu daha kırlangıç! Yitikler, mağluplar, mahzunlar, mazlumlar katılacak daha yorgunlar sendikasına. O zaman Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nda dediği şey olacak: “Demir/kömür/ve şeker/ve kırmızı bakır/ve mensucat/ve sevda ve zulüm ve hayat/ve bilcümle sanayi kollarının/ve gökyüzü/ve sahra/ve mavi okyanus/ve kederli nehir yollarının/sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı/bir sabah vakti değişmiş olur/bir şafak vakti karanlığın kenarından/onlar ağır ellerini toprağa basıp/doğruldukları zaman”. “Onlar”, hem yoksullar hem yorgunlar sendikasına kayıtlı olanlar. Şimdi baharla toplusözleşme yapıyorlar! Koşulları hiç de ağır değil, tıpkı baharın kendisi gibi hafif, ferah, aydınlık, umutlu, mavi, güleryüzlü, ılık, şiirli, sihirli, büyülü. Diyorlar ki, bir çiçekle bahar gelmez, o nedenle bin çiçek bin bahar isteriz, 3 ay değil 12 ay bahar isteriz, bir yerde değil her yerde bahar isteriz, ve bahar nedir bilmeyenlerin de bahara davet edilmesini isteriz. Hele bunlar bir olsun, baharın sonu da zaten yaz olur ki eh daha ne isteriz!

Martın sonu bahar. “Yorgunlar Sendikası”nın sonundaysa, yeniden, o yenilmeyen, hep yenilenen umut var: “yeniden başlamaklarla geçiyor ömrümüz/iyimserliklerimizi duvarlara çarpıyorlar/içimizde bulut bulut bir güneş tutuluyor/soluklarımızı kesen demirden sarmaşıklar/dibine düşlerimizi tükürdüğümüz/gözlerin bezginlik sislerinden kurtuluyor/kulakların zemberekli çığlıklardan…”

Bahar işte, bigüzel şiir oluyor, şiir de bazen, ‘bir aşk hikayesi’ değil, ‘bir aş hikayesi’ oluyor!