Sercan Meriç

sercanmeric@birgun.net

BirGün’e konuşan yazar Oylum Yılmaz "Benim kuşağımın yazarlarının anne ve babaları, Türkiye'nin 1980 kuşağına denk geliyor. 12 Eylül'ün mahvettiği kuşağa denk geliyorlar. Fakat annem ve babamın ait olduğu kuşakta büyük bir devrimci damar var. Onlara bir selam duruşu olsun istedim" diyor.

“Yüzleşme” kelimesinin hakkını hiç veremedik

Yazar Oylum Yılmaz, üçüncü romanı Ağaçların Rüyası’nı okurlara sundu. Yılmaz, Ağaçların Rüyası’nda iki karakterin dostluğunu ve bu dostluk ekseninde oluşan maceraları kaleme aldı. Yılmaz, diğer romanlarında olduğu gibi bu metinde de okurlarını Büyükada’da bir yolculuğa çıkarıyor. Aynı zamanda insan-doğa ilişkisi adına da sorgulamalar içeren Ağaçların Rüyası’nda şu anda metruk hale gelen Büyükada Rum Yetimhanesi ile ilgili de etkileyici bölümler yer alıyor.

BirGün TV’ye konuk olan Yılmaz ile son romanını konuştuk… 

Üçüncü romanınız "Ağaçların Rüyası" yayınlandı. Nasıl kaleme aldınız bu romanı? 

Çıkış noktam, hikâyesini ağaçların anlattığı, Büyükada Rum Yetimhanesi’nde yaşanan tarihsel dramın merkezde olduğu bir roman yazmaktı. Öteki dediğimiz şeyin bizi bizzat var ettiğini biliyorum, o nedenle kadını, çocuğu, yetimi, azınlıkları ve dahi türsel ötekimiz olan ağaçları kendi varoluş biçimimizle birlikte düşünmek istedim. Nihayetinde iki genç kızın dostluk hikâyesi üzerine kurulu bir roman ortaya çıktı. Beni yazar olarak bir hikayenin içini çeken şey genellikle hikaye değildir, daha çok imgelerle yola çıkarak yazmaya çalışıyorum. Ağaçların Rüyası ise diğer yazdıklarıma nazaran biraz daha hikayeye, kurguya ağırlık veren bir roman oldu. Bu biraz kendiliğinden gelişti, biraz da doğa ve insan başta olmak üzere, her türlü ötekiliği düşünen bir metnin ağırlığını bir macera haline getirmeye çalışarak hafifletmek istedim. 

Sizin için büyülü gerçekçiliğe yakın bir yazar diyebilir miyiz?  

Böyle dersek büyülü gerçekçiliğe haksızlık olur. Ama ben hem tür edebiyatını seven bir okurum hem de yazdığım metinlerde türler arasında gezinmeyi seviyorum. Gotik romanın kullandığı gerilimli, klostrofobik atmosferler, Bildungs roman dediğimiz türdeki büyüme hikayelerinin kahramanları çatışmalara ve maceralara sürüklemesi, büyülü gerçekçiliğin can yakan toplumsal konuları kılıktan kılığa sokma marifeti, bunların hepsini hem Cadı hem Gerçek Hayat’ta olduğu gibi Ağaçların Rüyası’nda metnime işlemeye çalıştım. Biz değişmez bir gerçeklik dünyasında yaşadığımızı düşünüyoruz. Peki gerçek dediğimiz şeyin tam olarak ne kadarı gerçek? Tam olarak bilemiyoruz. Gerçeklik dediğimiz şeyin hayallerle, yalanlarla, hikayelerle birlikte bizi sarmalayan ve aslında tam olarak gerçek olmayan bir şey olduğunu düşünüyorum. Romanlarımda da bu düşünceden yola çıkarak gerçekle gerçek üstü arasında gezinen bir dünya yaratmaya çalışıyorum. 

İnsan-doğa ilişkisi adına Ağaçların Rüyası’nda ne anlatmaya çalıştınız? 

Ağaçlarının Rüyası’nın temel meselesi doğa. Doğayla insan arasındaki ilişki. Romanın bir yerinde anlatıcı kahramanım Füsun büyük bir tutkuyla ağaç olmak istediğini söylüyor, hatta bir orman. “Orman olabilmek için ormanın bütün ağaçlarını gözümü kırpmadan yakmaya hazırdım” diyor ama devamında. Çünkü bir ormanı ele geçirmekle, bir orman olmak arasındaki farkı anlayamıyor. Biz buyuz bence. Bizi doğadan sonsuza dek ayıran şey yaşamak arzusu değil, hayatı aşmak arzusu içinde olmamız. Ve Füsun devam ediyor anlatmaya: Ağaçlar kimin gerçekten ağaç olmak, kimin ağaçların sahibi olmak istediğini anlarlar ve onlarla konuşmazlarmış çünkü… Yaşamı aşmak arzuyla kıvranmamız, elbette sembolik olarak, ağaç olabilmek için gözümüzü kırpmadan bir ormanı yakabilecek olmamız, bizi dünya gezegenini paylaştığımız tüm diğer türlerden ayırıyor, uzaklaştırıyor ve onlarla bilinç düzeyinde iletişim kurmamızı engelliyor. Üstelik de büyük ihtimalle korkunç bir gezegensel sona götürüyor. İşte bu yüzden bu romanın kahramanlarından biri ağaçlarsa, diğer gizli kahraman, kayıp duygusu. Bugünün dünyasında, özellikle de bizim gibi ülkelerde, büyük bir doğa tahribatı yaşanıyor. Bu doğa tahribatını yaşarken biz, diğer canlılarla olan ilişkimiz hakkında neler düşünüyoruz? Bu merak ve endişe metnin içine işledi. Çünkü geldiğimiz noktada asıl kaybolanın, asıl tahribata uğrayanın insan olduğunu düşünüyorum. Kaybeden biziz. Ağaçların Rüyası’nda konuşan, düşünen, rüyalar gören ve bizim rüyalarımıza giren, bizi etkileyen ağaçlar var. Hem arkadaşının kaybının hem de ağaçların kaybının yasını tutan bir kahraman var. Neticede bu bir büyüme romanıysa, kaybeden yine Füsun oluyor. 

Yüzleşme romanı da diyebilir miyiz? 

Yüzleşme kelimesini ben hiç sevmiyorum aslında. Kelimenin bir suçu yok. Biz toplum olarak bu kelimeyi o kadar çok kullandık, ama o kadar hiç hakkını veremedik ki o yüzden dilim bir yüzleşme romanı demeye varmıyor. Ama evet diğer yandan birtakım yüzleşmelerin izini sürebiliriz hikaye içinde. Toz kondurmadığımız dostlarımıza gerçekte neler yaptığımızın, bir günde en yakın komşularımıza nasıl düşman kesildiğimizin, çocukları istismar etme biçimlerimizin izini sürebiliriz. Romanın ortalarına doğru hikayeye giren iki hayalet yetim çocuk, Elza ve Despina… Bu coğrafyada her türlü ötekiliği üzerinde barındıran iki tane karakter. Hem kız çocukları, hem öksüz ve yetimler hem de hayaletler. Aynı zamanda gayrimüslimler. Hem oraya atılmış çocuklar hem de o atıldıkları yerden de atılmış çocuklar. Burada yaşananları, çok altını çizerek söylemek isterim ki, bir duygu pornografisine ya da bir tarihsel pornografiye çevirmeden yazmaya çalıştım. İnsanlar tarihi gerçekleri hemen unutur ama hikayeler içimizde yaşar, Büyükada Rum Yetimhanesi’nin, kurmaca da olsa, bir hikayesi olsun istedim. 

Romanın başkarakteri Füsun’un annesinden aldığı ilhamla, dedesi ve anneannesine yönelik isyanı da dikkat çekici. Buna dair ne söylersiniz? 

Benim kuşağımın yazarlarının anne ve babaları, Türkiye’nin 1980 kuşağına denk geliyor. 12 Eylül’ün mahvettiği kuşağa denk geliyorlar. Annem ve babamın ait olduğu kuşakta büyük bir devrimci damar var malum, ne olursa olsun hala da direnişi sürdüren bir damar bu. Onlara bir selam duruşu olsun istedim bir yanıyla. O çok büyük bir kıvılcımdı çünkü, Türkiye için çok kıymetliydi. Ancak ne yazık ki büyük bir yenilgi yaşandı ve onlardan bir önceki kuşak kazanmış gibi düşündüm roman özelinde. O otorite, baskıcı sistem yeniden Türkiye’yi ele geçirdi. O yüzden Füsun da onlarla baş etmeye çalışıyor. İlhamını annesinden ve babasından alıyor. Kavgasını da dedesiyle ve anneannesiyle veriyor.