İlgili hemen tüm araştırmaların gösterdiği gibi, bütün tarih içinde en büyük kitlesel göçler 19. ve 20. yüzyıllarda gerçekleşmişti. Bunun ilk nedeni Sanayi Devrimi’ni izleyen süreçte göçleri tetikleyen ulaşım imkânlarının gelişmiş olmasıydı. Trenler o ulaşımın en güçlü taşıyıcılarıydı. Ama asıl neden modern devletlerin inşasıydı. İmparatorlukların parçalanmasıyla ortaya çıkan bu yeni eğilim, ilgili devletlerin hükmettiği vatanlarda, ‘öteki’ne yer vermek istemiyordu. Bu da iktisadi nedenlerin yanı sıra, kimliksel politikaların da göçleri tetiklemesine ve hemen tüm coğrafyalarda ‘kitlesel taşınma’ hallerine yol açmıştı.

Tam bu bağlamda 19-20. yüzyıl boyunca ulus devletler arasında yapılan anlaşmaların temel konularından birisi, ‘mübadele’ örneğinde olduğu gibi kimlik göçlerini düzenlemiş olmasıydı. Kimlikler, devletlerin tercihlerine göre ‘vatan’ değiştiriyorlardı. Aynı dili konuşanlar, aynı dinden gelenler olabildiği kadar aynı coğrafyalarda toplanıyor ve ‘ulus’un inşasına dahil oluyorlardı. Bu durum, bireysel tercihlerin çok üzerindeydi ve çoğu kez göçmenlerin yerlerine ulaşamadan hayata veda etmeleriyle bitiyordu.

Bu sürecin bir de ‘arada kalmış’ kimlikleri vardı. Mevcut vatanlarda kabul göremeyen ve bir türlü kendilerine bir ‘vatan’ bulamayan Romanlar, herhalde bu kategorinin en çok konuşulan grubuydu. Modern devletler hem kendi dahili alanlarını, hem de diğer devletlerle ilişkilerini dizayn ederken, genellikle bu kimlik grubunu nasıl/neden kabul etmediklerini de tanımlama gereği duymuşlardı. Başka bir deyişle Romanlar, hemen tüm devletlerin yasal metinlerinde varlardı ama kendi düzenledikleri hiçbir metin yoktu.

Türk modernleşmesi de elbette bu sürecin dışında değildi. Osmanlı devletinin son zamanında Çarlık Rusya’sının zorla dışarı çıkardığı Çerkeslerle birlikte pek çok başka kimlik grupları da Anadolu’ya ulaşmaya çabalıyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak milyonlarla ifade edilebilecek göçmenler gelmişti bu topraklara. Osmanlı’nın ilk ‘muhacir’lerini dağıtmak ve yerleştirmekle görevli resmi kurumları da o dönem oluşmuştu. Devamında Balkanlardan kitlesel göçlerle Anadolu her yandan akın akın bu kitlesel göçlere tanıklık ediyordu.

Elbette bu gelişler kadar gidişler de vardı. Bilhassa 20. yüzyılda Anadolu coğrafyasının kadim kimlikleri olarak Müslüman olmayan topluluklar hızla memleketlerinden gönderiliyor ya da gidiyorlardı. Bunun neticesi olarak Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Süryanilerin nüfusunda radikal düşüşler daha 19. yüzyılın ikinci yarısında başlamış ve özellikle 20. yüzyılda artarak devam etmişti. Zamanla Anadolu’da binlerle ifade edilebilen sayıya düşmüş olmaları, bu zorunlu gidişlerle ilgiliydi. Evlerini, inanç mekânlarını, mezarlarını geride bırakarak.

Türkiye’nin göç serüveni, çok sayıda kimlik kategorisini bu coğrafyaya getiren ve çok sayıda örneğini gönderen deneyimlerle yüklüydü. Yanı sıra ülkenin içinde de aynı şekilde Kürtler başta olmak üzere çok sayıda kimlik grubu defalarca değiştirilen “İskan Yasaları” ile yerlerinden çıkarılmışlardı. Tek dilli-kültürlü bir vatan yaratmak amacıyla, yüzbinlerce insan yerlerinden edilmiş, bazı bölgeler yerleşime kapatılmıştı.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de kimliksel göçler araştırılmadan, göçün sosyolojisi anlaşılamaz. Son zamanlarda bu deneyimleri kapsamak üzere Cumhuriyetin 100. yılında göç alanında ilgi çekici çalışmalar yapıldı. Gazanfer Kaya’nın derlediği Cem Yayınevinden çıkan “Göçün Yüz Yılı: Yüzyıllık Göç” kitabı, gerek hacmi ve gerekse içeriği itibarıyla bu alanda uzun süredir ihtiyacı hissedilen bir boşluğu dolduruyor. Aynı şekilde İbrahim Soysüren ve Mustafa Poyraz’ın derledikleri ve Nika yayınevinden çıkan “Göç Araştırmalarında Yöntem: Örnek Nitel Araştırma Deneyimleri” başlıklı kitap da, bu sahanın anlaşılma biçimlerine dair özgün tartışmalar içeriyor. Herkesin kendi ‘ulusunu’ yücelterek göçlere bir anlam yüklemesi yerine, her iki kitap, göç ve göçmenlik alanının sosyolojik-politik olarak anlaşılmasını amaç edinen bilimsel çabalara oldukça değerli imkânlar sunuyor.