Google Play Store
App Store

Cumhuriyet’in yüzyılı üzerine tartışmaların ayrıksı örneklerinden birisi de Alevilerin kimlik ve yaşam deneyimleridir. Bu, o kadar karmaşık ve gerilimli bir olgudur ki, bu niteliği nedeniyle özel olarak anlaşılmaya değerdir. Zira Aleviler yüzyıllık Cumhuriyet rejiminin hem katı bir savunucusu, hem de bizatihi rejim tarafından görünmez bir alana atılmış ve hatta tasfiyesi için türlü çabalar harcanmış bir inanç kimliğidir.

Sosyal bilimci bir akademisyen olarak, bir ara Cumhuriyet ve Alevilerin ilişkilerini anlamayı deneyen bir makale yazarken, iki sütunlu bir tablo çizmiştim. İlk sütunun başına ‘Alevilerin Cumhuriyet’e kazandırdıkları’ gibi bir başlık koymuştum. Bu sütunda yazılı-sözlü anlatılarda ve ilgili belgelerde dile getirilmiş çok sayıda bilgiye yer vermiştim. Mesela Erzurum ve Sivas Kongreleri günlerinde Mustafa Kemal’in sahiplenilmesi ve Hacı Bektaş Dergâhını ziyaretinde maddi olarak da desteklenmesi gibi çok sayıda bilgiye yer vermiştim ve ilgili sütun dolmuştu.

∗∗

Gelgelelim ‘Cumhuriyet’in Alevilere kazandırdıkları’ için ayırdığım sütuna daha başlarken bile hayli zorlanmış; ne yazacağımı bilememiştim. Yardım alabilmek için Alevi kurumlardan yöneticileri ve neredeyse her konuşmasına Cumhuriyet’i överek başlayan bazı Alevi kanaat önderlerini aramıştım, fakat sonuç değişmemişti. Cumhuriyet’in Alevilere yönelik desteklerine ciddi-somut örnekler bulmak hiç kolay olmamış ve makalemin ilgili sütunu boş kalmıştı.

Elbette Cumhuriyet’in Alevilere yönelik olarak yaptığı çok şey vardı. Mesela daha 1924’de çıkarılan Köy Kanunu’nda, köylü vatandaşların ‘mecburi işleri’ arasında köylerinde bir mescit yapmak da sayılmıştı. Adeta herkesin Sünni olduğu varsayılmış ya da öyle olması gerektiği düşünülmüştü. 1925 yılında Tekke ve Zaviyeleri kapatan kanun ile Alevi inanç mekânlarına kilit vurulmuştu. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak bazı kamu görevlilerinin hazırladığı raporlarda, Alevi nüfusun uzak coğrafyalara iskân edilerek dağıtılması öngörülmüştü. 1930’lu yıllar boyunca Alevi cemlerine yapılan baskınları, tutuklama ve yargılamaları konu alan onlarca haber gazetelerde yer almıştı. 1938’de örneği az görülmüş şekilde Dersimli Alevilere kıyılmış; kız çocukları evlatlık olarak subaylar arasında paylaşılmıştı. 1939’da Jandarma Genel Komutanlığı’nın bir raporunda açıkça Alevi inanç önderleri aşağılanmıştı. 1940’lı yıllar boyunca da Alevi pirlerine yönelik çok sayıda gizli rapor devlet arşivlerine girmişti. Özetle çok şey yapılmıştı ama tamamı Alevileri tasfiye etmeye yönelikti. Bunların sonucu olarak Aleviler, Sünni nüfus ile birlikte yaşadıkları yerlerde Sünnileşmek durumunda kalmışlardı.

∗∗

1950’de genel seçim yapıldığında Alevilerin kitlesel olarak Demokrat Parti’ye yönelmelerinde elbette bütün bu uygulamaların etkisi vardı. Ama ‘ateşten kaçarken doluya tutulmak’ türü bir deneyimdi bu. 1950’li yılların ortalarına gelindiğinde, bazı cami hocaları Alevilerin cenaze namazını bile kılmak istememişlerdi. Bu tutuma gerekçe olan ‘Dirisinin gelmediğine ölüsü de gelmesin’ söylemi resmi raporlara da girmişti. Yine resmi raporlara göre Aleviler 1960’lı ve 70’li yıllarda, kamu görevlilerinin de dahil olduğu kitlesel katliamlara maruz kalmışlardı. Nitekim 1993 Madımak katliamı tam manasıyla canlı seyredilen bir kitlesel kıyımdı ve sadece ‘şeriatçıların’ bir planı’ olmadığı, kamu görevlilerinin ilgisi(zliği)nden de anlaşılmıştı. Özetle Aleviler neredeyse bütün güçleriyle destek oldukları Cumhuriyet’in, türlü dışlayıcı ve tasfiye edici muamelelerine maruz kalmışlardı. Yüzyıl boyunca maruz kaldıkları bütün bu deneyimler, Alevileri, daimi bir tedirginliğe mecbur etmişti.

Bugün görünüşe göre ‘farklı’ bir zamandayız. Artık Alevi dernekleri, vakıfları, federasyonları var. Hatta Kültür Bakanlığı içinde bir Alevi Bektaşi Cemevi Başkanlığı bile var. Ama kendini tedirginlikten tümüyle muaf hisseden belki de tek bir Alevi bile yok. Yüzyıllık deneyimlerle inşa edilen tedirginlik hali bugün de devam ediyor. Gerçek şu ki bu gerilimin beslendiği sosyoloji ile köklü bir yüzleşme olmadıkça, bu ülkenin ‘barış’ı, en iyimser ifadeyle bile, belki de bir ‘yarım barış’ olabilir.