İçinden geçtiğimiz günlerde Hacı Bektaş Veli ile ilgili çeşitli etkinliklere tanıklık etmekte; iktidar dahil, birçok kesimden Aleviliğe/Bektaşiliğe referans veren konuşmalar dinlemekteyiz. Bu kuşkusuz olumlu bir gelişmedir fakat bütün bu tarihin bazı kritik aşamalarına dair detayları atlamadan bir tartışma yapmak, önemli bir akademik ve toplumsal ihtiyaçtır.

Arşiv belgelerinde görüldüğü gibi Osmanlı’da Aleviliğin/Kızılbaşlığın tanımlanma biçimi katı ve dışlayıcı yargılarla yüklüydü. Bir lahiyada şerait-i İslamiye ve insaniyeden hiçbiriyle mukayyed olmayıp Müslümanlar aleyhinde pek şiddetli bir gayz ile mefturdurlar denilmişti. Başka bir lahiyada vadi cehalette bulunmuş olduklarından, dinin farzından, şeriatın emirlerinden haberi olmayan, gu sül ve taharet ve ibadet ve meshuriyet [örtünme] gibi İslamın esas şartlarından tamamen nasipsiz ve batıl itikadlere sapmış kimseler olarak tarif edilmişlerdi. Hatta İslamiyetten nefret eden bu cahillerin aileleriyle beraber münasip mahallere sürülmesi; seyit, dede, ağa ünvanı altındaki şekavet ve mefsedat, muharrik ve müşevvik ve amilleri yakalanarak, bir daha dönmemek üzere İşkodra-Trablusgarp, Fizan gibi uzak yerlere sürülmeleri önerilmişti. Kuşkusuz Alevi/Kızılbaş topluluklara karşı sistemin uygulamaları da bu yargılara uygundu, yani zulmediciydi.

Bu nedenle Cumhuriyet’e giden süreç Aleviler için ilgi ve umut konusuydu. Birçok kaynakta belirtildiği gibi M. Kemal, 1919’da Amasya’ya gittiğinde kendisini karşılayanlar arasında Bektaşi Alevilerinin sembol ismi Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhı Postnişini Cemalettin Çelebi de vardı. M. Kemal bu gezide dergâhı ziyaret etmiş; bir gece de Çelebi’nin misafiri olmuştu. M. Kemal’in bu özel ilgisi Çelebi’nin ilk TBMM’ye milletvekili olarak seçilmesini de sağlamıştı. Bunun etkisiyle değişik bölgelerde Aleviler yeni rejime çeşitli biçimlerde destek olmuş; yanında durmuşlardı.

Ne var ki yeni rejimin Alevilik algısı ve pratiği, bu kimliğin görünmez kılınmasını esas almıştı. Cumhuriyet’in ilanından sonraki tüm yasal düzenleme ve siyasal-idari kararlarda Aleviler, Müslümanlık ortak tahayyülünden hareketle bir Sünni topluluk gibi addedilmişti. Cumhuriyet’in ilanından birkaç ay sonra, 1924’de halifeliğin kaldırılması ve Diyanet İşleri Reisliği’nin kuruluşu kararlarında Aleviliğe herhangi bir gönderme yoktu. Alevileri, Sünni topluluk içinde görünmez kılan bu politika, 18 Mart 1924’de çıkarılan Köy Kanunu’nda da yer almıştı.

Aslında Cumhuriyet’in ilanından önce de Alevilerin görünürlüğü bir ölçüde sınırlandırılmıştı. O kadar ki TBMM’ye Başkan Vekili olarak seçilmiş olduğu halde Cemalettin Çelebi, Ankara’dan gönderilen iki doktorun, sağlık sorunlarını gerekçe göstererek seyahat etmemesi yönünde bir rapor düzenledikleri için, Başkan Vekili olduğu TBMM’yi göremeden hayata veda etmişti.

Ölümünden birkaç yıl sonra; 1925de çıkarılan 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Kanunu ise Alevi inanç mekan ve kurumlarını da görünmez hale getirmişti. Kanunla, Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle, gerek mülk olarak şeyhinin tasarrufu altında, gerek diğer suretlerle tesis edilmiş bulunan bilumum tekkeler ve zaviyeler, sahiplerinin diğer şekilde temellük ve tasarruf hakları baki kalmak (yani başka maksatlar için kullanılmak) üzere kâmilen kapatılmışlardı. Kanun, Alevi-Bektaşiliğin anlam bulduğu dervişlik, dedelik, çelebilik, seyitlik, babalık gibi unvanları da yasaklamıştı. Hatta bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iksâsı (elbise giyilmesi) bile yasaklanmış; adeta 1826’da Osmanlı devletinin birkaçı hariç Bektaşî tekkelerini kapatma kararı, Cumhuriyet rejimi aracılığıyla güncellenmişti. Bu kararla tekkeler ve cemevleri mali-idari özerkliklerini kaybetmiş ve görünür olmaktan çıkarılmışlardı.

Yüzyıllar boyunca Alevi-Bektaşi inancının merkezi olan Hacı Bektaş Veli Dergâhı da bu kanun ile kapatılmış; kısa bir süre Numune Ziraat Okulu ve karakol olarak kullanılmıştı. Daha sonra Vakıflar idaresinin korumasında kendi haline terk edilmiş, binalar kısmen tahrip olmuş ve bu vaziyet, müze olarak açılacağı 1964 yılına kadar devam etmişti. Özetle Osmanlı’nın zulmünden yıldıkları için yeni rejimi girişimleriyle oluşan Alevi ütopyaları, hızla yerini bir tür distopyaya bırakmıştı. Hacı Bektaş’ın mekânsal ve sosyal öyküsü bunun en çarpıcı örneğiydi.