“1978 Aralık sonunda Maraş’tan binlerce insan Gaziantep ve Adana yönlerine traktörler, kamyonlar, taksiler ve minibüslerle mezhepçi faşistlerden kaçıyordu.”

Bu cümleyi 6 yıl önce de kurmuştum. Şimdi yine benzer cümleleri tekrarlamak zorundayım. Çünkü bu hafta 19-26 Aralık 1978 günlerinde meydana gelen vahşi bir katliamın haftasıdır.17-25 Aralık günlerinden söz etmek yasaklanmışken 19-26 Aralık 1978 haftası da unutulmasın, unutturulamasın.

42 yıl önce Milliyetçi Cephe 1975’ten sonra bütün iç savaş stratejisini 3K (Kızılbaşlık, Kürtlük, Komünistlik) hedefine göre kurgulamıştı. O yıllarda Amerikancı faşist çetelerle birlikte adı çıkmış bir Amerikalı (ABD Büyükelçiliği’nin İkinci Kâtibi Alexander Peck) Alevi bölgelerinde kol gezmekteydi. İlk sinyal 1978 Nisan ayında Malatya’da verildi. Eylül ayında Sivas’ta Alevilerin oturduğu mahalleler yakılıp yıkıldı. Aralık ayına geldiğinde aynı Amerikalı, 26 Milli Piyango bileti satıcısı MİT elemanıyla Maraş’taydı. Sıra Maraş Alevilerinin katledilmesine, evlerinin yakılıp yıkılmasına gelmişti. 21 Aralık’ta iki solcu öğretmen öldürüldü. Ertesi gün yapılan cenaze törenine binlerce kişilik bir grup “Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor”, “Alevilere ölüm’ diye bağırarak saldırıya geçti. Ve 23 Aralık günü vahşi bir katliama giriştiler.

Faşizm nedir ki? Faşizm kendisini 1978 Aralık ayındaki Maraş vahşeti günlerinde de ayrıntılarıyla tarif etmişti: Kapıları omuzlayan, baltaları savuran, damlara pencerelere dinamitler fırlatan, katil sürülerinin karanlık gölgeleriydi. Cahil Ökkeş’e yirmi yıllık komşusunu kurşunlatan zalimlikti. Fazıl dedelerin, Güher ninelerin yanmış kömürleşmiş cesetleri üzerinde tepinmekti. Küfürdü. Ateş, kan ve ölüm, hep ölümdü. Her yerdeki ölümdü. Gelin kadının karnındaki bebenin parçalanmasıydı. Yaşlı kadının, ailesi öldürüldükten sonra ırzına geçilmesi, defalarca ırzına geçilmesi ve sağ bırakılmasıydı. Fate’nin dört yaşındaki bebesini dili dolanıp şahadet getiremedi diye beyninden kurşunlatanlardı. Yetmiş beş yaşındaki Finey kadının din iman uğruna gözlerini tornavida ile oyması için Durdu’nun aklını çelenlerdi. İsmi belirsiz bir yurttaşın karnına kazık çakılarak meçhul eşhas tarafından öldürülmesiydi...

Maraş katliamı unutulmasın diyoruz ama aslında “onlar” da zaten unutulmasın istiyorlar. Hep hatırlatmıyorlar mı? Hoyratça asacağız keseceğiz diyenler bir yana… Ülke TV’de “15 Temmuz kursağımızda kaldı, yapamadık istediklerimizi. Bizim aile şöyle 50 kişiyi götürür. Bizim sitede böyle 3-5 var, benim listem hazır” diyen Sevda Noyan bir yana… “Pompalı tüfekli selefiler iç savaş çıkaracaklar!” diyen Cübbeli Ahmet bile bir yana… Daha geçen hafta Dışişleri Bakanı “Ülkede seçim yok. Seçim olsa da iktidarın size verilmeyeceğini biliyorsunuz” demedi mi? Neyi “bilmediğimizi” ise CHP’nin sözcüsü Engin Altay söylemişti: “Gece yarısı sandıkları patlatacaklarsa, yakacaklarsa ben onu bilmem. Oy verme işlemi tamamlandıktan sonra seçimi iptal edeceklerse ben onu bilmem.” Bilmediğini bilmek ise siyasette erdem değil zaaftır.

Ama faşizme teslim olduktan sonra neler olduğunu pekâlâ biliyoruz. Nitekim 42 yıl önceki katliamdan hemen sonra da Ecevit her alanda teslim bayrağını çekmişti. Daha önce hesap soracağını söylediği kontrgerilla konusunda artık “Yaptığım araştırmalara göre Türkiye’de devletçe düzenlenmiş kontrgerilla denen bir örgüt yoktur” dahi diyordu. Türkeş’in darbe çağrılarının ardından Maraş katliamı yapılmış ve ardından Ecevit eliyle Türkeş’in istediği sıkıyönetim ilan edilmiş, sıkıyönetim altında yapılan seçim sonucunda ise CHP hükümetinin işi bitmişti. Ve ardından 12 Eylül darbesi… Veee… Sanki başka bir gün yokmuş gibi Maraş katliamı günlerinin 42. yıldönümünde Kılıçdaroğlu Türkeş’in eşini evinde ziyaret etmedi mi? Etti.

Kısacası Maraş katliamını hiç kimse unutmamış! Kimisi katliam yapmayı, teslim almayı, kimisi teslim olmayı siyaset seçmiş. Gerçi Engin Altay “onu bilmem, şunu bilmem” dediği yukarıdaki cümlelerini şöyle bitirmişti: “Ama şunu biliyorum. Biz bu seçimi kazanacağız. Paşa paşa iktidarı devralacağız. Siz de tıpış tıpış gideceksiniz.” Bu, İstanbul’daki yerel seçimlerin verdiği özgüven olabilir, ama Saraylılar da o seçimlerden ders çıkardıklarını ve neler yapabileceklerin ha bire hatırlatıp duruyorlar işte…

Faşizmin tıpış tıpış gitmesi mi mümkün yoksa kıtır kıtır kesmesi mi? Asıl cevap hangi ihtimale karşı tedbirli olunması gerektiğinde yatmıyor mu?