Devletlerin tarihinde olağanüstü dönemler, süregelen politikalarda kırılma anlamına gelir. Bu bir anlamda devletin yeniden organizasyonudur. Kurumlar yeniden yapılandırılır, yasalar değiştirilir ve geniş ‘temizlik’ kampanyaları gerçekleştirilir. Bu tür olağanüstü pratikler için ‘elverişli’ ortamlar genelde askeri darbelerle elde edilir.

Olağanüstü dönemlerde devletlerin politik pratiklerini kurumsal, kamusal ve mekânsal olmak üzere üç temel ölçekte izlemek mümkündür. Kurumsal ölçek, devlet aygıtının, muhalif politik kesimlerden arınmasını esas alır. Kamu çalışanlarının işlerine son verilmesi bunun örneğidir. Bu ölçek aynı zamanda sistem içi politik aktörlerin bir bölümünü de siyaset dışına atar. Kamusal ölçek, muhalif sivil örgütlerin tamamen kapatılması/işlevsiz kılınmasını öngörür. Bu yolla toplum tek ses çıkaracak ya da hiç ses çıkaramayacak şekilde tanzim edilir.

Sistemsel politikaların izlenebileceği üçüncü ölçek mekânsaldır. İlk iki ölçekteki politikaların sorunsuz uygulanabilmesini mümkün kılacak şekilde çeşitli kapatılma mekanları inşa eder ve muhalif politik aktörleri buralarda belirli sürelerle tutar. Gözaltı mekanlarından cezaevleri ve toplama kamplarına kadar tüm kapatılma mekanlarını bunun örnekleri olarak düşünebiliriz.

Türkiye’nin 80’li yıllardaki cezaevlerini, bu üçüncü ölçek içinde okumak gerekir. Cezaevleri basit yaptırımlardan, yaşamsal tüm hakların kısıtlanmasına kadar karmaşık bir şekilde planlanmıştır. Öyle ki bazı cezaevlerinde güneşle ve insanla temas hemen tümüyle imkansız kılınmıştır. 12 Eylül askeri darbesi ile kurulan sistem, muhalif olma haline dair en küçük işareti bile tehlike saydığından kapatılma mekanları olarak cezaevlerinde, onbinlerce insan temel bazı yaşam dinamiklerinden yoksun bırakılmıştır.

12 Eylül 1980 darbe yönetimi, her tutukluyu birer asker olarak tanımladığından tutukluların, askerlikte olduğu gibi her sabah eğitim sporu yapmaları, milli sloganlar atmaları, görevli askerlere komutanım diye hitap etmeleri, tek tip elbise giymeleri zorunluydu. Bunlara uymayan tutukluların cezaevi içinde yerleştirilme biçimleri ağır kısıtlayıcı koşullar içeriyordu. Politik tutukluların sadece aile ve avukatlarıyla değil, kendi aralarındaki bağ da tümüyle kesilmişti. Tutuklular 24 saat aynı kapalı yerde kalıyor, havalandırmaya çıkarılmıyorlardı. Gazete, TV, radyo gibi tüm araçlardan mahrumlardı. Daha bunlar gibi bir dizi kısıtlayıcı kuşullar vardı.

Elbette bunlara karşı direnen binlerce tutuklu olmuştu. Dahası tutuklular bütün bu kısıtlayıcı koşullara rağmen aralarında haberleşebilecek türlü araçlar inşa etmişlerdi. Her biri farklı koğuşlarda olmasına ve diğerleriyle görüşme imkanı bulunmamasına rağmen işleyen ortak örgütlenmeleri vardı ve orada kararlar alınabiliyor ve tüm cezaevine duyurulabiliyordu. Hatta yazılı notlar çıkarılıyor ve cezaevinin tümüne ulaştırılabiliyordu. Herhangi bir cezaevindeki meseleler ve kararlar diğer cezaevlerindeki tutuklulara iletilebiliyor ve böylece aralarında eşzamanlı eylemler gerçekleştirilebiliyordu.

Daha pek çok örneği sayılabilecek olan bütün bu yaratıcı iletişim stratejileri nasıl üretiliyor ve uygulanabiliyordu? Sanıldığı gibi ‘idare’ içinden yardım alarak değil, tümüyle bunun dışında, kendi geliştirdikleri yaratıcı teknikler aracılığıyla oluyordu. Politik tutuklular her türlü aktivite imkanlarının ortadan kaldırıldığı bu mekanlarda aynı zamanda türlü araçlarla zamanı öğretici, eğlendirici hale getirebiliyorlardı. Sistemin akıl erdiremediği bu iletişim stratejileri 12 Eylül cezaevlerinde bambaşka bir sosyolojinin kurulmasını sağlamıştı.

Deniz Ayma, 78 Kuşağının Hapishane Deneyimleri ve Yaşam Stratejileri (SAV, 2021) adlı kitabında 1980-84 yılları arasında Türkiye’de politik tutukluların değişik cezaevleri içinde ve cezaevleri arasında kurdukları dayanışma ağlarını, üretebildikleri toplumsal-politik tepkileri yazdı. Ağır kısıtlayıcı koşullarda bile insanlık dışı ortama karşı yükselttikleri sesin üretildiği ortamları, dayanışma ilişkilerini ve iletişim biçimlerini son derece iyi bir dil ve anlatı içinde hem eski hem de şimdiki kuşaklara sundu. 41. yılında, 12 Eylül’e dair en önemli detaylardan biri sanırım bu cezaevi sosyolojisidir.