Türkiye’de yurttaşlar her gün yeni bir kurban veriyor rejime. Muhalif kanallarda bir alt yazı, bir son dakika haberi, sonra sosyal medyada “falanca yalnız değildir” etiketi… Tehditler üst üste, peşi sıra geliyor, o kadar yoğun ki saldırı kim, ne zaman, hangi gerekçeyle hedef tahtasına kondu hatırlamıyoruz bile. Her yeni şok, bir öncekini belleklerden siliyor, umutsuzluğu derinleştiriyor. “Bu kadar olmaz” denilen ne varsa, uzun süredir ülke yaşamının rutini haline geliyor. Fiili olağanüstü hal rejimi, ülkenin altını üstünü talan ediyor. Abluka ağırlaşıyor ağırlaşmasına ama her defasında “gündem değiştiriyorlar”, “kutuplaşma istiyorlar”, “oyuna gelmeyelim” korosu sahneye çıkmaktan vazgeçmiyor. O kadar eminler ki kendilerinden, yıllardır aynı besteyi, aynı şevkle söylüyorlar. Dinleyici de, alkış da hazır nasıl olsa.


İktidar, kendi arkasında hizaya girmeyen toplumun tüm kesimlerine karşı gayri nizami bir savaş açmış durumda. İktidarın tek gündemi var; “Saray rejimini korumak.” Ekonominin düzeleceğine, refahın artacağına, işlerin rayına gireceğine dair kimseyi ikna etmeye çalışmıyorlar. Seçmen kitlesini rıza yöntemleri ile kazanmayı, milliyetçi-İslamcı kitleyi tahkim etmeyi çoktan bir kenara koydular. Kendilerinden uzaklaşanları, uzaklaşma ihtimali olanları, “kararsızları” güç gösterisiyle iktidara zincirlemeyi ve muhalif tabanda karamsarlığı derinleştirmeyi hedefliyorlar. Sokağa çıkanı süpürürüz, AYM’nin kapasına kilit vururuz, bunun kanalını kaparız, onun dilini koparırız demeleri rastlantı değil.

ZIRHINI KUŞANAN…

Kurumlar, demokratik örgütler, gerçek kişiler iktidar için zerre kadar fark etmiyor, her birine aynı ceberut yüzünü gösteriyor. Karşısındaki dağınıklığı gördükçe daha da pervasızlaşıyor. Kâh Meclis’e fezleke üstüne fezleke getiriyor, kâh İBB’ye müfettiş ordusu gönderiyor, kâh Boğaziçi Üniversitesi’nde dekanları görevden alıyor, kâh sabaha karşı televizyon programcısının evi basılıyor. İktidar kendini tümüyle “savaş” gündemine angaje edince, içerisindeki çatlakların üstü örtülüyor. “Şahinler” ve “ılımlılar” hikâyesinin sonuna geliniyor, her bir iktidar sözcüsü Erdoğan’laşıyor, Bahçeli’leşiyor, Soylu’laşıyor… Örneğin Soylu ile sık sık karşı karşıya gelen Adalet Bakanı dahi Sedef Kabaş örneğinde Soylu gibi tutum takınıyor. Ezcümle zırhını kuşanan kendini cenk meydanına atıyor. Kimi yerini korumak için, kimi kendine mevki bulmak için ön saflara geçiyor.

Meclis muhalefetinin bu olup bitenlere tepkisi, şok dalgasından bunalmış yurttaşın tepkisinden daha farklı ya da güçlü değil. Muhalefet vekilleri iktidarın her saldırısı sonrasında “olayı” kınadıklarını açıklıyor, sosyal medyadan mesaj yayımlıyor, ardından da “Endişe etmeyin, iktidara geliyoruz” diyor. Bu fiili olağanüstü hal rejiminde iktidara nasıl geleceksiniz sorusuna yanıt vermeyi bir kenara koyun, mesaj yayımlamaktan başka elinizden başka bir şey gelmiyor mu sorusu dahi havada kalıyor.

Muhalefet liderleri toplantı üstüne toplantı yapıyor, heyetler gidip geliyor. Ancak Millet İttifakı genişletilsin diye verilen çabanın yüzde biri, kendini iktidar karşısında güvencesiz hissedenler için verilmiyor. Davutoğlu’nun gönlünü hoş etmek için yapılan görüşme trafiğinin binde biri soruşturmalar, davalar altında bunalan muhalifler için gerçekleştirilmiyor. Yeni dönemde kim hangi mevkiye gelecek üzerine yapılan “çalışmalar” toplumun bugünkü sorunlarına dair atılması gereken adımların önüne geçiyor. Böyle olunca da geniş halk kesimleri yalnızlaşıyor.

TOPYEKÛN CEVAP

Belli ki iktidar seçimlere kadar bu saldırı bombardımanını sürdürecek, muhaliflerin yalnızca “dilini” değil “elini, kolunu koparmak” için elinden geleni ardına koymayacak. En geniş anlamıyla muhalefetin bu gerçeği görmesi, stratejisini bunun üzerine kurması gerekiyor; ancak düzen içi siyasette buna ilişkin bir emare ortada yok. O nedenle toplumsal muhalefet önümüzdeki süreçte halka güven verecek ve Meclis muhalefetini somut adımlar atmaya sevk edecek bir yol haritası üzerinde çalışmak ve harekete geçmek mecburiyetinde.

Tek tek şahısları, kurumları iktidarın hışmından kurtarmaya çalışmak, topun ağzına konulan kurum ve isimler üzerine tekil tartışmalar yapmak yerine, mevcut saldırıya topyekûn cevap vermek gerekir. Devrimci demokratik bir cumhuriyetin inşası perspektifi bu cevabın çatısıdır, bu çatı altına hem düşünsel hem de eylemsel bir yığınak yapmak da acil bir görev olarak karşımızda durmaktadır.