Karanlık, ülkede kol geziyordu. Devletin derin hücrelerinde kirli hesaplar kurbanı insanlardan seçiyordu. Çocuklar tek tek siyasi cinayetlerle kaybediliyordu. Bir şeyler yapılmalıydı. 27 Mayıs 1995 tarihiydi. Anneler, Galatasaray meydanını seçtiler. Oturdular, sessizdiler ve yerde “Çocuklarımız nerede” yazılıyordu.

Aradan 700 hafta geçti. Ellerinde solmaya yüz tutmuş çocuklarının birer resmi, bir kırmızı karanfil ve bir de yüreklerinde hiç solmayacak olan çocukların sızısı ile Galatasaray meydanında oturuyorlar. Dertleri ortak; çocuklarının kemiklerini ve adalet arıyorlar.

Karanlıkta bırakılmak istenilen yıllarda binlerce “faili meçhul” cinayet var.

Anneler ise “Faili belli çocuklarımız nerede?” diye soruyor. Anne olmayan ve Cumartesi Anneleri’yle empati kuramayanlar, bu insanlık dışı ve utanç verici gerçeği anlayamıyor. Üniformalı erkekler ve politikacılar da anlamıyor. Devlet mi? O inkâr ediyor, görmüyor, duymuyor ve hiç anlamak istemiyor. Çünkü anlamak ve görmek, karanlık yüzleriyle yüzleşmeyi zorunlu kılıyor.

Artık devlet inkâr etse de suç şebekeleri biliniyor. O yüzden Cumartesi Anneleri işkence hane, hapishane, TBMM ve adliye saraylarının önlerinde, çocukları için, adalet için toplumsal farkındalık yaratmaya devam ediyorlar.

Annelerin umuda dönüşen ağıtları, “derin devlet” karanlıklarını gün ışığına çıkarma direncine sahip. Fakat bir şartla; İnsanlığın yüz karası bu suçlara karşı, insan hakları hukukunu savunmak için herkesin duyarlılık göstermesi gerekiyor. Faili meçhul cinayetler karşısında suskun değil, sesini yükselten bir Türkiye inşa etmeli. İnsani ve vicdani sorumluluk, annelerin bu tarihsel meşruiyeti olan mücadelesini desteklemekten geçiyor.

Çünkü korkunç acılara maruz bırakılmış annelerin vicdan bahçelerinde, en kutsal aşkları olan, kaybedilmiş çocuklarının sevdası vardır. Yüreklerine kor gibi düşen çocuklarının sızısıdır. En vicdanlısı onlardır, çünkü vicdan annelerin bahçesidir.

Berfo Ananın Cemil’i ile Emine Ananın Hasan’ını buluşturan tam da vicdan bahçesindeki bu evlat aşkının sızısı ve adalet arayışıdır.

Annelerin vicdan bahçesi çiçekleri koparılmaya, sızlamaya görsün, kor düşmesin yüreklerine… İşte o zaman gözleri zulmün engelini tanımıyor. Acı içinde kıvranan yürekleriyle, uykusuz ve karanlık gecelerin umudu ve mücadelenin melekleri oluyorlar.

Çocukların ölüsü, dirisi olmaz. Çocuk her daim onun canıdır, cananıdır. İster toprağın üstünde, isterse altında olsun, annede her daim yaşayandır.

Faili belli siyasi cinayet şebekeleri tarafında “kaybedilmiş” çocuğun ölüsüne, dirisine, kemiğine ve mezarına kavuşmak için dirençli bir arayışın yoluna düşer. Umut ışığını yakar. Her cumartesi günü sessizce oturur. Sessizliği bin söze bedelidir. Bıkmaz. Bıkmak annenin hayatında olmayandır.

Çünkü sadece bir annenin vicdan kulağı “Beni bul anne” diyen çocuğunun sesini duyar. Bu ses onun sızlayan yüreğinde dinmeyen umudun direnişine dönüşür. Hesap sormaya başlar. Hakikati bilmek ister.

Çocuklarının mezarını, kemiğini bulacaklar. Mezarın toprağını ve çocuğunun kemiklerini beyaz tülbentleriyle taşıyacaklar. Kalplerine ve toprak ananın bereketli kucağına koyacaklar. Mezarının başına gidip su dökecekler, toprağı çocuğunun saçını okşar gibi sevecekler. Çoçuklarıyla konuşup dertleşecekler.

Anneler, unutturmanın ya da acıyı hafifletmenin başka adı olan yas tutmayı bilmez. Yas, anne için 40 günlük sayı değildir. Annenin yüreğindeki yas ihtiyarlamaz. Yası da evladı gibi, ilk doğduğu gün gibi hep çocuktur ve diridir.

Cumartesi günü kelepçelenen Emine ananın kuzusu Hasan Ocak 21 Mart 1995’de, İstanbul’da gözaltına alınıp işkence sonucu “kaybedildikten” sonra, kendisine “bizde yok” denilmedi mi? İşkence görmüş bedeni “kimsesizler mezarında” bulunmadı mı?

Oğlunun mezarını bulmasına rağmen, 82 yaşındaki Emine Ocak neden Galatasaray meydanında oturuyor diye soranlara, o, “oğlumu buldum ama zaman aşımı ile suçlarını örtmeye çalışanlara karşı sıra adalette” diyor. Anne bu, bıkmak, yılmak ve tükenmek nedir bilmez.

“Beni bul anne” diyen çocuklarının kemiklerini arıyorlar. Bir de adalet…

Adında “Adalet” olan iktidar ise, adalet değil, Toma’ları, biber gazı, kelepçeleri, gözaltıları ve şiddeti ile cumartesi annelerini dağıtıyor. AKP’nin dünkü “Analar ağlamasın”, “derin devletle yüzleşeceğiz” söylemleri, bugün 90’lı yılların karanlık düşüncesiyle, Çiller, Ağar ile zihniyet köprüsüne dönüşüyor.

Anneler “hak” dedikçe, iktidar “yasa dışınız” diyor. “Hukuk” dediklerinde, “kamu güvenliğini” bahane ediyorlar. “Adalet” dedikçe onlar “biber gazı, kelepçe, gözaltı” ile cevap veriyorlar.

Cumartesi Anneleri’ne yönelik yasak ve şiddet, AKP iktidarının güvenlikçi politikasının ürünüdür. Bu tutum başta “Polis Vazife ve Selahiyetleri Yasası” nın bir çok hükmü olmak üzere, Anayasa’da güvence altına alınmış ve insan haklarının ilk şartı olan “yaşama ve can güvenliği hakkını” keyfilikle ayaklar altına almaktadır. Dolaysıyla Cumartesi günkü saldırı ve oturma eyleminin dağıtılması, hukuk dışı ve insan hakları ihlalidir.

Annelerin dinmeyen yürek sızısı ve evlat acılarıyla empati bile kuramayan bir iktidarla karşı karşıyayız.

Ama annelerin bıkmayan halleri, yüreklerinde umudu arayan sızıları, 700 hafta değil, 7 Bin hafta geçse de, devlete asli olanın önce insan olduğunu öğretecektir.