Türkiye’de çok partili hayata geçişle birlikte Alevilere-Aleviliğe yönelik politik algıda bazı değişimler yaşanmıştı. Buna yol açan nedenlerden birisi Alevilerin kentlerde görünür olmaya başlamasıydı. Bu durum, sistem içi partilerin Alevi toplumuyla çeşitli biçimlerde temas kurmasına yol açmıştı.

Erken Cumhuriyet yıllarında doğrudan sistemin türlü baskı ve müdahalelerine maruz kalmış Aleviler, 1950 ve 1954 genel seçimlerinde çoğunlukla DP (Demokrat Parti)’ye destek vermişti. Alevi dedesi Hüseyin Doğan 1950’de Malatya milletvekiliyken partisi CHP’den istifa ederek DP’ye katılmıştı. 1954 yılında ise Aleviler içinde ağırlığı bilinen Çelebi ailesinden Y. İzzettin Ulusoy, DP Tokat milletvekili olarak TBMM’ye girmişti.


Ancak yine de Aleviler dışlanmaktan kurtulamamış; kimi yerlerde Alevi cenazeleri o zamanki tek mekansal seçenek olan camilere alınmamıştı. Hatta bu nedenle Diyanet İşleri Reisliği “Alevilerin Cenaze Namazlarının Kılınması Hakkında” müftülüklere yazılar göndermişti. Bu dönemde Alevileri hedef gösteren kimi yayınların yapılması, Sünni bazı tarikatlara açık destek verilmesi gibi faktörler gündelik hayatı Aleviler için oldukça zorlaştırmıştı. Ağır baskı iklimi, Alevi bireylerin kendini gizleme çabalarına yol açmış; ramazanda sahur saatinde ışıklarını yakmak, oruç tutuyor görünmek vb. Aleviler için yaygın pratikler haline gelmişti.

Askeri darbeden hemen sonra, 25.07.1960’ta yüz kişi, Milli Birlik Komitesi’ne Aleviliğin resmi olarak tanınmasını talep eden bir dilekçe vermişti. 1963 yılında Aleviler bir kez daha bir bildiri ile taleplerini kamuoyu ile paylaşmış; Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel bildiriyi duyuran Alevi heyetini kabul etmişti. Bu gelişmeler Alevileri daha çok görünür hale getirmişti. Görünür olmayı o yıllarda destekleyen pratiklerden birisi de 1925’te kapatılmış Hacıbektaş Türbesi’nin müze olarak açılması, Türkiye Birlik Partisi, Hacı Bektaş Kültür ve Karacaahmet Derneklerinin kurulması; Cem ve Ehlibeyt Yolu dergilerinin yayına başlamasıydı.

Ne var ki bu görünürlüğe rağmen Aleviliğin anayasal kabulüne dair bir gelişme sağlanamamıştı. Dahası 60’lı yılların ikinci yarısında Aleviler sert saldırılarla karşılaşmışlardır ki katliamlar serisi bunların başında gelir. Bunlara ‘seri’ demek mümkün çünkü hepsi birbirine benzer biçimde ‘sivil’ aktörlerce gerçekleştirilmiş ve failleri ‘bulunmamıştı’. Bu katliamlardan ilki 5 Haziran 1966’da Ortaca’da Tahtacı Alevilerine karşı gerçekleştirilmişti ve en dikkat çekici özelliği kamu görevlilerinin yetersiz müdahalesi ve ciddi bir soruşturma bile yapılmamasıydı. Benzer bir saldırı Haziran 1967’de Elbistan’da cereyan etmişti. Bu katliamlar ile Komando Kamplarının kuruluşu ve propaganda edilmesi arasında zamansal paralellikler de ilginçti.

Alevi katliamları 1970’li yıllarda Sivas, Çorum ve Maraş ile devam edecek; yüzlerce Alevinin kırımıyla bitecekti. Hepsi de önceki örneklere benziyordu. Yıllar sonra TBMM’de kurulan Araştırma Komisyonunun 2012 yılı raporuna göre katliamdan önce mesela “Sivas’a dışarıdan toplulukların getirildiği, gelen militanların Alevi vatandaşlara ait işyerleri, ev, arsa, arabalar, sokak ve kapı numaralarını kırmızı boya ile işaretledikleri” tespit edilmişti. Aynı durum Maraş katliamı için de geçerliydi. Aynı rapora göre; “vahim olayların, toplumda kaos oluşturmak ve askeri darbeye zemin hazırlamak isteyen güçler tarafından çıkarıldığı ve güvenlik kuvvetlerince müdahale edilmediği kanaatine varılmıştı.” Rapor, Çorum katliamı için de tümüyle aynı olgulara işaret eden son derece çarpıcı detaylara yer vermişti.

Kuşkusuz bütün bu olaylar o dönem basında yer aldığı gibi bir Alevi-Sunni çatışması değil, hem Alevilerin sindirilmesi hem de kaotik oramın inşasını hedefleyen güçlerin katliamlarıydı. TBMM’nin resmi raporuna göre de bu katliamlar, sistem aktörlerinin aktif yer aldığı birer provakasyondu. Osmanlı ve erken Cumhuriyet devrinde Alevilere yönelik kırım pratikleriyle karşılaştırıldığında bu ‘yeni’ katliamların kısmen ‘özelleştirildiği’ görülüyordu. Formel odaktan yönetildiği açık olmakla birlikte, görünür aktörler “sivillerdi”. Fakat referansları değişmemişti.

Bugün Alevilerin kırımına yol açan iklimin tarihte kaldığını söylemeye ne yazık ki hala uzağız. Zira yüzleşmek şöyle dursun, derin suskunluk, katliam şehirlerinde bile devam ediyor.