Ölüm acemi değil, ölüm çocuk değil, ölüm bİr usta ve ölümün işi bizimle, ölüm bizi birbirimize düşürdükçe seviniyor

“Alman bir ustadır ölüm”

Bazen ölüm şairane gelir insana bazen de yaşam. Ölümün şiiri yazılır ama, şiirle barışılır. Barış şiirdir. Barış şiirde bir sözcük olarak geçtiğinde çok da farkına varılmaz, hatta sanki öylesine konmuş gibi gelir o dizeye. Sözcüklerin de rengi vardır, ruhu olan şeyin rengi de olur çünkü. Bazen de böyle yazının şehvetine kapılır insan, benzetmeler yaparak, olur olmaz sıfatlar takarak, bularak, yakıştırarak, yapıştırarak yazıp gider. Ölüm gibi tıpkı.

Ölüm de bir yazı. Üstelik çok okunaklı bir yazı. Açık, anlaşılır, ne kaligrafik ne italik, dümdüz, bazen koyu, siyah. İstediğiniz kadar gölge verin yazıya. Sözkonusu olan ölümse, yazının gölgesi teferruattır! Gölge ayrıntıda kalır, o ince zamanların ince hikayelerine yakışır. Ölüm de gölgeye veda etme sanatıdır.

Silahlara Veda diye yazmak gelir insanın içinden. Eski ve hala romantik biri olarak, hatta naif. Ama sanki Silahlara Veda demek, artık bir napoliten şarkı söylemek gibidir. ‘Aşk yüklü, his yüklü’ ve mandolinle çalındığından mı ne, hep bir çocuk şarkısı duygusu veren, yaz geçince geçiverecekmiş gibi olan şarkılardan biridir.

İsterdim bu yaz da başladığı gibi geçsin. Bir napoliten şarkı hafifliğiyle geçsin. Yaz geçince herkes geçmek ister, ve her şey geçsin istenir. Silahlar bile. Yazın giderek kararan gölgesi bile kalmasın istenir. Yaz olsun, vedası bile güzeldir. Yazın vefası vedasıdır. Vedası da vefasından gelir.

Paul Celan’ın “Ölüm Fügü” şiirinin Türkçe çevirilerinin de bu denli yakın, yakıcı, sıcak, adeta ‘Türkçe söylenmiş’ gibi olması, bizden biri gibi, içimizden biri gibi olması hiç kuşkusuz, Celan’ın şiiri olmasından, başta Ahmet Cemal, Ahmet Necdet-Gertrude Durusoy, Oruç Aruoba gibi değerli çevirmenler ve şairler tarafından Türkçeye kazandırılmış olmasından. Ama şiire bir bakın, “çünkü Alman bir ustadır ölüm” deyişine bir bakın Celan’ın. Bakın ve Alman ustanın, dünyanın her yerinde her zaman bir ‘ölüm ustası’ olduğunu hep hatırlayın. Hatırlayalım.

Ahmet Necdet ve Gertrude Durusoy tarafından “Ölüm Havası” başlığıyla çevrilen şiirden kimi bölümler: “Siyah sütünü içiyoruz sabahın gece saatlerinde seni/hep seni içiyoruz sabah öğle demeden akşamları hep seni/içiyor ha bire içiyoruz/adamın teki bir evde yılanlarla oynuyor yazıp çiziyor/.../Bağırıp çağırıyor siz daha derin kazın toprağı/siz de çalıp söyleyin diye/belindeki silaha el atıp havada savuruyor gözleri mavi/daha derine daldırın küreklerinizi sizler de oyuna devam/.../ Bağırıp çağırıyor daha tatlı çalın ölümü diye/ Alman bir ustadır ölüm/bağırıp çağırıyor daha koyu çalın kemanlarınızı duman olur savrulursunuz/buluttan mezarınız olur size dar gelmeyecek/...”

Rengi olanın kokusu, kokusu olanın rengi olur. Hangisi önce gelir bilmiyorum, ölümün kokusu mu yoksa korkusu mu? Belki de ölümden en çok korkanlardır en çok öldürenler, öldürmeyi sevenler. Öyle olmasaydı İspanya İç Savaşı’nda “Yaşasın Ölüm” (Viva La Muerte) diye bağırır mıydı hiç faşistler, falanjistler?

Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiirini, yalnızca başlığını hatırlayın. O rengi, o sesi ve o kokuyu görürsünüz, alırsınız, duyarsınız. Ve hepimizin ne çok faşist, ne çok falanjist olduğunu anlarsınız. Ölümsevicileriz hepimiz. Gözyaşlarımızı göstermek için çocukların öldürülmesini arzuluyoruz gizlice. Çünkü her çocuğun ölümünde biraz daha kan, biraz daha ölüm, biraz daha çocuk ölüsü diye kendimizden geçiyoruz. Topluca bir şey yapıyoruz. Yakan da yanıyor aslında bilmeden. Çünkü kan sesleri her yanı sarıyor, ölüm kokusu güzü bastırdı, ölüm başka bir mevsim gibi yayılıyor hayatımıza.

Hayatımız mı... dedim? Ölümden önce de bir hayatımız var ya, yoksa yok muydu, yoksa o da cumhuriyet gibi bir hayal miydi? Yoksa... Kutsanan, arzulanan şey ölüm elbette, ama başkalarının ölümü. Başka çocukların, başkalarının çocuklarının ölümü. Ölüm başkasında güzel, ölüm başkasında iyi, ölüm başkasında kutsal, ölüm başkasında yakışıklı, ölüm başkasında, ölüm başkası, ölüm başka...

Genç ölüm, erken ölüm, zamansız, sırasız ölüm yakar en çok içimizi ölümler içinde. Genç ölen, öldürülen çocukluğundan vurulmuştur çünkü, çocuk bedeni dağılmıştır, çocuk ruhu parçalanmıştır, ve çocukluğundan vurulandan geriye yalnızca ölümü, öldürüldüğü kalmıştır.

Ölüm acemi değil, ölüm çocuk değil, ölüm bir usta ve ölümün işi bizimle, ölüm bizi birbirimize düşürdükçe seviniyor. Ölüm biz birbirimizi öldürdükçe yaşıyor. Ölüm hiç çocuk olmamış, hiç çocukluğunu yaşamamış biri gibi çünkü. O yüzden ölüm herkesin çocukluğunu istiyor, ölüm çocukları istiyor. Ölüme verecek çocuğumuz olmasın artık! Çocuklarımız da, çocukluğumuz da bize kalsın, çok yaşasın!