Geçen mayıs ayında Friends (Arkadaşlar) ekibi bir araya geldi. Maske takmadan birbirleriyle kucaklaştılar, sosyal mesafe kurallarına pek de uymayan bir kalabalığın karşısında sohbet ettiler. Bu buluşma sanırım eğlence sektörünün “pandemifobia”yı yenmesi için planlanmıştı, başarılı da oldu. O günden beri ölüm sayıları azalmasa da, ölümlere ve virüse karşı kayıtsızlığımız arttı. Global kapitalizm çok pahalıya mal olan izolasyon krizinden kurtulmak için “arkadaşlar”ı kullandı. Bunu TV’de görünce hepimiz arkadaşlarımızla kucaklaşmaya başladık.

Friends’in yirmi beş yıl önce çekilmiş eski bölümlerini hala gülerek izliyoruz. Akıllı telefon ve sosyal medya öncesi bu dönem sanki çok eski bir tarihi dizi gibi geliyor bazen. Her şey hem çok yakın, hem çok uzak. Estetik cerrahi, düzgün beslenme ve düzenli sporun tüm çabasına rağmen artık Phoebe, Rachel, Monica, Ross, Chandler ve Joey yaşlı insanlar. Ama ne mutlu ki ellerinde on sezonluk bir “anılar arşivi” var.

***

Friends senaristlerinin dehası her otuz saniyede bir ne olursa olsun bir kahkaha doğurabilmeleriyle anlatılırdı. Friends kahramanlarının 237 bölümlük anılarında her otuz saniyede bir kahkaha var. Tıpkı bizim bellek arşivimizde olduğu gibi. Zihnimiz mutlu anları anımsamaya, kötü anıları yok etmeye alışmış. Dizinin yıllar geçtikçe hiç eksilmeyen gücü, bellekle sorunlu ilişkimizle ilgili belki de.

Friends, 1994’te başladığında dolarla maaş alıyordum. Bir nisan günü, Hüsmen Amca’mla Kapalıçarşı’nın bir ucundan öteki ucuna çıkana kadar maaşım ikiye katlanmıştı. Kuyumcular telaşla birbirlerine bağırırken, benim keyfime diyecek yoktu. Yirmi üç yaşındaydım ve bu tuhaf durumun ne gibi sonuçları olacağını algılamaktan epey uzaktım. Ertesi sabah işe gittiğimde maaşların Türk lirasına “sabitlendiği” ve personelinin yüzde yetmişinin işten çıkartılacağını öğrendim. Hayatımın ilk “ekonomik kriz” dersini 5 Nisan 1994’de aldım.

***

Doksanların son yılları dünya ekonomisi çöküşteydi. Süper güç Rusya 1998’de moratoryum ilan etti. Aynı yıl Güney Kore başta olmak üzere tüm Asya ülkelerinde krizler patlamaya başladı. O dönem Tansu Çiller Türk ekonomisinin altındaki taşıyıcı sütunları kırıp oğluna otopark yaptırıyordu. DSP, MHP, ANAP koalisyonu iktidara geldi ve 99 depremiyle ekonomiden önce ülke komple çöktü. 2001 krizi bu şartlar altında gerçekleşti ve uzun süre dizginlenmeye çalışan döviz piyasaları bir anda altüst oldu.

Kriz zamanında otuz yaşlarında bir adam ne yapar? 1994 krizini yaşamış biri olarak kendimi bu işte uzmanlaşmış hissediyordum. İçimde derin bir kayıtsızlık hissi büyümeye başladı. Tazminatımı alıp kendimi işten çıkarttım, çünkü durulacak gibi değildi: Üç kişinin yapacağı işi bir kişiye yaptırıyorlardı, çok daha az kazanıp, çok daha fazla çalışıyordum. Evden dışarı çıkmamaya başladım. Bütün gün bilgisayar başında oyun oynuyordum. Arabayı sattık ve onun parasını da son kuruşuna kadar yedik. Her şeyin tükenmesi bir yılı aldı ve bu süre boyunca bir an bile gelecekle ilgili plan yapmadım. Sadece o “an”ı yaşıyordum ve zaten reklamlar da hepimize “an’ı yaşa” diye emrediyordu.

***

Bir lunapark oyunu vardı, devasa bir haritada dünyanın en mükemmel lunaparkını kurdum. Her gün elimi yüzümü yıkayıp parkta mesaime başlıyordum: Personel durumu, makinelerin kontrolü, promosyon kampanyaları, kaybolan çocukları bulma, ürün geliştirme… Klavyenin başında izmarit dağı büyürken ben olanca ciddiyetimle ekrana bakıp, pikselleri kontrol etmeye çalışıyordum.

O yıl sanırım hiç kitap okumadım. Çünkü en zırva kişisel gelişim kitabı bile insanı zor bir işe davet eder: Düşünmek… Düşünmek istemiyordum, aklım bana iyi gelmiyordu. Biraz eşelesem spor yapma, ortamlara karışma, iş olanakları kovalama gibi gereklilikler aklıma geliyordu, bu planlar o ekonomik ortamda radyasyon havuzunda olta atmak gibi bir şeydi. Karanlıkta koşmanın ne anlamı vardı? Hiçbir şey yapmamak belki de en iyisiydi. Uzay gemisinde mahsur kalmıştım ve oksijeni minimum seviyede tüketerek beklemekten başka şansım yoktu. Türkiye’de benim gibi milyonlarca insan için 2001-2002 arası absürdün zirve yıllarıydı.

***
Arkadaşlarla geriye dönüp o yıllara baktığımızda sadece komiklikler geliyor aklımıza. Lunapark oyunundaki bekçilerin şapşal yürüyüşlerini bile anımsıyorum ama yaşadığımız kolektif depresyonu hiç detaylandıramıyorum. Detaylar olmayınca da durum bir konu başlığı gibi yavan kalıyor.

Gazeteciler Twitter’ı çok sevdi ve “an”ı yakalamasıyla meşhur olan Twitter toplumun en zeki kısmını daha da sığlaştırdı. Buna bilgi çağı veya bilişim çağı deniyordu, ben daha 2011’de “haberleşim çağı” dedim ve bu konuda Birikim’de uzunca bir makale yazdım. “An” civa gibiydi, asla avucumuzda durmayacak bir şeyi tutmaya çalışıyor, bu arada geçmişi ve geleceği kaçırıyorduk.

2022 çoğu insan için depresyonla geçecek. Kitlesel işten çıkartmalar başladı bile. Zam gelmeden stok yapayım diye kredi kartlarını tüketen milyonlarca kişi, tazminatlarıyla kartlarını kapatıp tekrar “gittiği yere kadar” borçlanarak yaza ulaşmaya çalışacak. Birçok insan tıpkı benim yirmi yıl önce yaptığım gibi, “uzun vadeli” düşünmeyi büsbütün bırakıp o anı yaşayacak. Üzüntüye hiç tahammülümüz kalmadığı için her otuz saniyede bir gülmek isteyeceğiz. Kahkaha emojileri ve bloklamalar peş peşe gelecek, durup dururken kafa göz patlatan kavgalar çıkacak. Borç aldığımız insanların telefonlarını açamayacağız. Kimimizin karakteri değişecek, bazı bıçkın arkadaşlarımız namaza başlayacak, sufi filan olacak… Ben de muaf değilim bu durumlardan, şu ara kışı geçireceğim bir bilgisayar oyunu araştırıyorum.

***

Dünyanın hiçbir yerinde kriz yokken, Türkiye’yi batırabilme başarısını göstermiş bir absürdün içinde yaşıyoruz. Zaten pek sabit olmayan hayatımız hızla kayarken, altın tahtından bize dik dik bakan bir hödükle göz göze geliyoruz.

O sırada işsiz bir genç kadın, kalan son yirmi lirasıyla Starbucks kuyruğuna giriyor. Çünkü Starbucks ulusal “Central Perk”imiz… Arkadaşlar içeride olmasa bile cep telefonumuzda bizi bekliyorlar, otuz saniyede bir kahkaha garanti.