28 Mayıs hezimet değildi, Boğaziçi’ni bir puanla kaçırmaktı. Kaybettikten sonra 1 puanla, 48 puanla kaybetmek arasında fark yok. Ne yazık ki siyasete hakim olan anlayışa göre, 51 her şey, 49 hiçbir şey.

Köftecilerin gazabı
Fotoğraf: Depo Photos

Muhalif seçmene bayram sevinci yaşatan 31 Mart seçimleri çok boyutlu birçok analizi hak ediyor. Seçim başarısının nedenleri ne? 28 Mayıs hezimetinden sonra nasıl bu noktaya gelindi? Başarının aktörleri kimdi ve sonuçlarda rolleri neydi? Bu sonuca rağmen hatalar da var mıydı?

Bu soruları hiç sormadan, “Ekonomi kötüydü, emekliler mağdurdu” diye kesip atabilir, çok zorlanırsak da “Kılıçdaroğlu Alevi olduğu için ona oy vermiyorlardı” diye noktayı koyabiliriz. Bu yanıtlar doğru mu, doğruluk payı içerseler bile tek başına yeterliler mi? 

Batı ülkelerinde sporcuların attığı goller, verdikleri paslar, sahada durdukları süreler gibi onlarca veri, sürekli biçimde toplanıp bunlardan sonuçlar üretilir. Rekabet sporları her şeyden önce veri analizine dayanıyor.

Bir sporcu ofsayta düşse hayat yine aynen devam eder. Ama CHP’nin 420 belediyesinin olası hataları 2028 seçimlerine girerken hepimize bedel ödetebilir. Bu nedenle ne yaptık, ne yapmalıyız konulu daha pek çok araştırmanın çıkmasını ve bize ışık tutmasını diliyorum.

Daha seçimin üzerinden 10 gün bile geçmemişken böyle bir yazı yazmaya cesaret etmek belki de doğru değil. Eksik bilgilerimle haklının hakkını tam olarak teslim edememekten çekiniyordum. Eksiklerim ve muhtemel hatalarım için bağışlayıcı olun lütfen.

Son olarak, yine futbol örneğiyle devam edeyim: Bu yazı maç sonuçlarını ve bunun nedenlerini tartışıyor. Profesyonel futbolun eleştirisini yapmak gibi, önümüze seçimsiz konulan kapitalist sistemi eleştirmek, hepimizin konusu olmalı ama bu yazının konusu değil.

BUZ GİBİ SEÇİMLER

Önce George Ritzer’in “algı” anlatımını biraz değiştirerek aktarayım:

Tuğla büyüklüğünde bir buz düşünün. Bunu elinizle kıramazsınız, ondan bir parça kopartmak için insan üstü bir güç gerekir. Oysa aynı buzu bir tencereye koyup ısıtırsanız, bir süre sonra sıvı olur ve bir kısmını almak kolaylaşır. Biraz daha ısıtırsanız buharlaşır ve artık moleküllerin yerine değiştirmek  için üflemek yeterlidir.

Seçime günler kala seçmenin algısı hala buz gibiyse, ne kadar üfleseniz boş. Ama algı ısınmış ve buharlaşmışsa, seçmenin kararlarını değiştirmek için bir üfleme yeter.

Peki hangi seçmen grubu önce buharlaşır? Elbette esnaflar, ikinci üçüncü nesil kentliler, AKP’ye oy veren ama AKP’li olmayanlar, benim yıllardır “siyasetsiz seçmen” diye adlandırdığım ve “Selim Türkhan” adını verdiğim kesim. Özetle “köfteciler.” (Kitaplarımı ve yazılarımı okuyan okurların bıkacak boyutta tanıdığı bu seçmen grubunu yeni okurlara başka yazılarda anlatabilirim)

2024 seçimlerini bir başlıkla anlatmam gerekse: “Köftecilerin Gazabı” başlığını seçerim. Hepimizi şaşırtan bu başarı kuşkusuz birçok faktörün bir araya gelmesiyle oluştu ama “seçmeni üfleyen” sihirli an, Murat Kurum’un İmamoğlu’na “Sen ancak köfteci olursun” dediği andı. Kurum bu sözüyle o kadar çok çam devirdi ki… Bir tek cümleyle, hem “devlete karşı milleti” kıyasladı ve milleti aşağıladı; hem çarşı esnafının değil, devlet memurunun ağzıyla konuştu, hem statükonun sahiplerine özgü bir kibir saçtı ve hem de ekmek derdiyle koşturan milyonlarca yoksulu aşağı gördüğünü belli etti.

Türkiye seçimleri “son an” seçimleridir. Azımsanamayacak büyüklükte bir kitle son anda karar verir.

CHP yıllarca tam seçim öncesi AKP’nin imdadına yetişmiş ve üflesen karar değiştirecek geniş bir seçmen grubunun “dönüp dolaşıp” yine AKP’ye oy vermesine neden olmuştu. Hatta bazen “ters üfleme” yapıp gelen seçmeni geri yolladığı bile olmuştu. (Örneğin 14 Mayıs’a günler kala, “seçimi kazanır kazanmaz, ağır vergiler getireceğiz, azdan az alınacak, çoktan çok alınacak ama herkes bedel ödeyecek” denmesi gibi)

Seçim gürültüsü içinde ölüm haberi pek duyulmayan Daniel Kahneman “En mantıklı insanın bile hayatı boyunca aldığı kararların %95’i irrasyoneldir” der ve ona Nobel getiren çalışmalarında temel olarak bu irrasyonelliği inceler.

Düşünmemize fırsat olsa asla yapmayacağımız pek çok şeyi, hiç düşünmeden bir ömür yaparız. Çocukken edindiğimiz (veya edinmeye mecbur bırakıldığımız) bir kanaati, ömür boyu sarsılmaz bir gerçeklik gibi sahipleniriz.

Toplumun nihayet rasyonel bir karar almasına bu irrasyonel kırılma anları yol açmış olabilir mi?

MAMALIYDI, MEMELİYDİ

Bir ara “mamalıydı, memeliydi” başlıklı bir kitap yazmayı düşündüm. Son 2 yılımız bu eklerle biten cümlelerle geçti:

Kılıçdaroğlu asla aday olmamalıydı. Altılı Masa Kılıçdaroğlu’nun kendini aday seçtirmek için kurduğu bir masaydı, hiç kurulmamalıydı.

Kılıçdaroğlu “Belediye başkanlarını CB adayı yapmayacağım” diyerek, İmamoğlu ve Yavaş’ı yarışın başında devre dışı bırakmamalıydı.

Altılı Masa öncesi İyi Parti’nin oyu %15’lere çıkmıştı ve bu çıkış eğrisi devam edebilirdi. Masa kuruldu ve İyi Parti düşüşe geçti. İkisi hiç seçime girmemiş ve toplam oyları meçhul olan dört küçük partinin, %15’lere ulaşmış bir partiyle eşit temsile sahip olması kabul edilmemeliydi.

Tüm bunlara rağmen, Akşener aylardır sessizce oturduğu masadan seçime haftalar kala kalkmamalıydı.

Altılı Masa oy birliği esasına göre kurulmuştu. Bir paydaş masadan kalkınca bu süreç tanım itibari ile devam etmemeliydi.

Meral Hanım kalktığı andan itibaren geriye tek bir çare kalıyordu, masayı dağıtmak ve İmamoğlu veya Yavaş’ı aday göstermek. Bunun yerine ikisini “başkan yardımcısı” yapmak gibi bir formülle durum kurtarılmaya çalışılmamalıydı.

Seçime Saadet ve Deva kesinlikle ayrı ayrı girmeliydi, seçmende hiçbir karşılığı olmayan Gelecek ve Demokrat Parti dahil, bu dördü CHP listelerinden seçime girmemeliydi. Diğer ikisini bilemem ama Saadet ve Deva kendini yok etmemeliydi. Bu yanlış kararı vermeseler, Saadet yirmi yıldır beklediği çıkışı nihayet bulmanın, Deva ise kendini kanıtlamanın arifesindeydi. Başkanlık sisteminde anlamı olmayan15 vekil için harakiri yapmamalıydılar.

Seçimden hemen önce kutuplaştırıcı dile dönüp “Yargılamaya geliyoruz, beşli çeteyi ezeceğiz” diyerek son kalan siyasetsiz seçmenler de kapıdan kovulmamamıydı.

Seçimini ikinci tura kalacağı, iç bilgi olarak biliniyordu. Küskün seçmeni motive etmek için söylenen “İlk turda alıyoruz” lafına, CHP’nin kendisi de inanmamalıydı. İlk tur gecesi seçmene yeniklik havası verilmemeliydi… İkinci tur için zaman kaybedilmemeliydi. Özellikle hemen oy kullanmak zorunda olan yurtdışı seçmen sahipsiz bırakılmamalıydı.

Tüm bunlar olmamalıydı ama oldu. Kılıçdaroğlu’nun inanılmaz motivasyonu nedeniyle hepimiz inanmadığımız şeyleri sahiplenmek, hatta savunmak zorunda kaldık. Aday kesinleştikten sonra “Ama Kılıçdaroğlu olmaz” demenin anlamı da kalmadı. Hatalar yapıla yapıla, 28 Mayıs geldi. Ve seçim kaybedildi.

Hiç kimsenin tanımadığı ve alay konusu olan Ekmeleddin İhsanoğlu adaylığında Erdoğan çok daha az bir farkla seçimi kıl payı kazanabilmişti. O zaman kişi başı milli gelir 14.000 dolardı. Herkesin tanıdığı Kılıçdaroğlu aday olduğunda bu miktar reelde yarı yarıya düşmüştü. Üstelik Kılıçdaroğlu’nun arkasında belediyelerin muazzam gücü vardı. Şartlar iktidar adına bu kadar kötüyken, muhalefetin Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesi mucizeydi. Kılıçdaroğlu bu seçimi kaybederek bir mucize başarmış oldu.

O andan sonra Kılıçdaroğlu’ndan şu konuşmayı bekledim:

“Hepiniz desteğini istedim ve hepiniz bana destek verdiniz ama olmadı. Seçimi kaybettim. Lamı cimi yok, bu başarısızlığın sebebi benim. Kurultay ne zaman yapılırsa yapılsın, artık asla aday olmayacağım. Kurultay seçimden sonra yapılırsa, tüm adayların o bölgedeki seçmen taleplerine (ek olarak o kentte eğer mevcutsa ve başarılıysa büyükşehir belediye başkanının) göre adil ve şeffaf biçimde belirlenmesine hakemlik edeceğim.”

Maalesef bunu da yapmadı. Onun yerine Uğur Dündar’a, “Ben aday olmam, aday gösterilirim” dedi. Çekişmeli kurultay kararı almamalıydı. Kurultayda aday olmamalıydı.

Kılıçdaroğlu sadece 28 Mayıs süreciyle değil, kurultay adaylığıyla da ateşle oynamaya devam etti.

Yerel seçime üç ay kala çekişmeli kurultay yapılması hataydı. Parti içi istişare yapılır ve Özgür Özel daha haziran ayında ilan edilebilir, kurultay olduğunda da tek aday olarak genel başkan seçilebilirdi.

Şimdi bakınca “Belki böylesi daha iyi oldu” diyebiliriz. Buna iki nedenle katılmıyorum. Birincisi yerel seçim büyük bir başarıyla sonuçlanmış olsa da, aday belirlemelerde hatalar oldu. (Çekişmeli bir kurultay sonrası Kılıçdaroğlu kazansa da hatalar olacaktı.) Bazı başarılı insanlar karşıt oldukları için elendi, bazı başarısız insanlar yandaş oldukları için ödüllendirildi.

İkincisi, bu kurultayı sadece 18 oy farkla kazanıldı. Ya o 18 oy verilmesiydi? O zaman 2028’e kadar tüm psikolojik üstünlük AKP’de olarak geçecek ve kim bilir nerelere savrulacaktık.

Yerel seçim öncesi çekişmeli kurultay kararı almak böyle büyük bir riskti. Ve hepimizin geleceğini belirleyecek bu riski alan da yine Kemal Kılıçdaroğlu’ydu.

Kemal Bey’e CHP’yi bir yerden bir yere taşıdığı için, Özel, İmamoğlu, hatta Yavaş dahil onlarca ismi siyasete kazandırdığı için, “karşı” tarafla ilişki modelleri aradığı için çok değer veriyorum. Eminim bu eleştirilerimi okuyunca bile benle her zamanki saygısıyla konuşmaya devam edecek. Tam 15 yıldır Kılıçdaroğlu’nu kıyasıya eleştiriyorum, beni her zaman ceketini ilikleyerek karşıladı.

Ama tüm bu hataların bedelini ödeyen milyonlarca kişiden biri olarak ona aynı zamanda kızıyorum. Galiba ona karşı bu tuhaf “sevgi-nefret” ilişkisi birçok insanda var.

BOĞAZİÇİ’Nİ BİR PUANLA KAÇIRMAK

28 Mayıs eğer bir yerel seçim olsaydı, hepimiz sokağa çıkıp bayram yapardık. Eldeki 11 büyükşehirin tıpkı şimdi olduğu Hatay dışında tamamı korunmuş, üstüne yine tıpkı şimdi olduğu gibi Balıkesir ve Denizli’yi kazanmış, Manisa foto finişle bitmişti. 28 Mayıs yerel seçim olsaydı İstanbul’da 14 olan ilçe sayısı 20’ye yükselmişti, çünkü Beyoğlu, Çatalca, Eyüp, Silivri, Tuzla ve Üsküdar’da Kılıçdaroğlu önde çıkmıştı.

Üstelik 28 Mayıs bir yerel seçim değildi. Eğer büyükşehir belediye başkanı başarılıysa, yerel seçimlerde bunun 4-5 puan artısı oluyor. Yani 28 Mayıs’ta İstanbul’da yerel seçime girmiş olsak az farkla kaybedilen ilçeler de eklenerek 25-30 arası ilçe kazanılmış olacaktı. Tıpkı Adana, Antalya ve Mersin’de AKP’nin silinmesi gibi.

Seçim yurtdışı oylar ve kırsalda “ulaşılamayan” sandıklardan gelen şaibeli sonuçlarla 52’ye 48 bitti. Kılıçdaroğlu seçimden hemen sonra istifa etseydi, onu değil bunları konuşacaktık. Aslında paradoksal biçimde, Kılıçdaroğlu da bundan kazançlı çıkacaktı. Ama tekrar aday olacağının sinyallerini verince, önü alınamaz biçimde prestij kaybetti. Seçimi analiz etmeye vakit bile kalmadan, çekişmeli kurultay süreci başladı.

Özetle 28 Mayıs hezimet değildi, Boğaziçi’ni bir puanla kaçırmaktı. Kaybettikten sonra 1 puanla kaybetmekle 48 puanla kaybetmek arasında fark yok.

Ne yazık ki siyasete hâkim olan şirket hukukuna göre, 51 her şey, 49 hiçbir şey…

Yarın: “Hezimet”ten sonra gelen “selamet”