Küçük çocuk şiirini bitirdikten sonra bir ekleme yapmak istedi: “Ben Atatürk’ü çok seviyorum, çok çok çok seviyorum...” Salonda büyük bir alkış koptu, duygulananlar oldu, kimi gözlerden aşağıya birer damla yaş koptu ki o anda ben ‘pause’a bastım.

Şiir okuyan bebe, bana kalırsa ne Atatürk’ün farkındaydı, ne de şiirini okuduğu İsmail Hakkı Talas’ın. Sadece ne zaman alkış alacağını biliyordu. Muhtemelen Atatürk hakkında söylediği bu son sözler de bir ezberdi. Kısacası çocuğun davranışında hiçbir tuhaflık yoktu, birkaç yüz kilometre ötede başka bir yerde doğsa Esad veya Humeyni için de aynı sözleri söyleyebilirdi... İlginç olan anne babaların çılgın alkışıydı. Neyi alkışlıyorlardı? Bu alkışın ve yaşaran gözlerin nedeni ne olabilirdi?


İlk büyük sınavımız ilk soluk alışımız. Bu alışveriş ömür boyu devam ediyor ve nihayet kara trene binenlere “Son nefesini verdi” deniliyor. Hayata soluk vererek başlayıp, soluk alarak veda eden yok; bu hesapta açık olmaz, bilanço hep denk biter. Buna rağmen oksijenin de fazlası zarar. Kaz Dağları’nda da olsak bir nefeste ancak yüzde 20 oksijen alırız. Bu oran biraz artsa, oksijen bizi hasta etmeye başlar; saf oksijen öldürür. Oksijenin bile fazlası zararlıysa, sevginin fazlası da zararlı olabilir mi? Bir kişiyi sevmenin dozu var mıdır?

***

Yetmişlerde Atatürk bugünle kıyaslanmayacak oranda soğukkanlı ama çok daha yaygın bir sevgiyle sevilirdi. Şevket Süreyya’nın Atatürk hakkında yazdığı üç ciltlik ‘Tek Adam’da dahi Atatürk’e bugünkü türden bir sevgi yoktur. Pekiştirme sıfatlarına mesafeli olan Doğan Avcıoğlu, Server Tanilli, Bilal Şimşir, hatta Uğur Mumcu’da da aynı üslubu görebilirsiniz. Yetmişlerde devrimcilerin geneli Atatürk ve cumhuriyet kazanımlarına saygı duyardı ama ekonomi politik veya Kürt konusu gibi başlıklar altında eleştiriler de getirirlerdi.

Atatürk’e koşulsuz sevgi 12 Eylül cuntasının organize bir projesi olarak ortaya çıktı. Atatürk hatalar yapabilen bir insan olmaktan çıkıp eleştiriden muaf, mükemmel ve bu nedenle doğaüstü bir varlık gibi sunulmaya başlandı. Bu öylesine çiğ ve sahte bir çabaydı ki Nadir Nadi “Ben Atatürkçü değilim” diye kitap yazdı.

***

Şeriatçı faşizmin yükselişi, Atatürk sevgisini de yükseltti. Faşistler Atatürk’e saldırdıkça, Atatürk’ü savunanlar koşulsuz bir Atatürk sevgisine sarıldılar.
Şeriatçıların sermayesi arttıkça, medya ve bürokrasideki güçleri de artıyordu. Bu ballı kaymaklı yeryüzü cennetine giriş vizesi de Atatürk’e küfretmekten geçiyordu. Bazı kalem sahipleri lağım ve gül suyunun beraberce koktuğu mekânlara koşarak yerleştiler. Eski dostları onları yargılamaya kalksa hemen “Ne yani Dersim’i unutalım mı? Milli burjuvaziyi ben mi kurdum? Mustafa Kemal’e tapmamı mı istiyorsun?” diye cevabı yapıştırıyorlardı. “Eleştirmek kutlanılacak bir davranış. Peki yeni dostlarınızın düşünce sistemleri hakkında aynı cesur eleştirileri getirebiliyor musunuz?” diye sorulduğunda da kulaklarını tıkayıp kaçıyorlardı.

Tartışılamaz, eleştirilemez, kuşkulanılamaz “kutsal bir sistem”, bir başka “kutsal sistem”i yarattı. Biri Atatürk’le ilgili “ama” ile başlayan bir cümle kursa, diğeri hemen uyarıyordu: “Şu siyasal ortamda böyle cümleler kuramazsın, bu faşistlerin işine gelir, bizimkiler de seni hemen öteki mahalleye postalarlar. Atatürk’ü sevmemiz gerek, onu ‘çok, çok, çok’ sevmeliyiz.”

***

Önce 12 Eylül, sonra tarikat siyaset ticaret üçgeni nedeniyle, Atatürk’ü koşulsuz sevmek bir doğa kanunu haline geldi. Tıpkı nefes almak gibi. Beni soracak olursanız, elli yıldır yerinde sayan bir tembelim. Atatürk’ün aynı sürede başardıkları karşısında saygı ve hayranlıkla eğiliyorum. Tarihi işe geldiği gibi değil, tüm nesnelliği ile okumaya çalışan herkesin Atatürk’e teşekkür etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Buna rağmen “gereğinden fazla” sevgiyi tehlikeli buluyorum. Atatürk Osmanlı Aile Şirketi’ne son vermekle, demokrasiyi inşa etmeye çalışmakla, kadına oy (hatta insan) hakkı vermekle, çocuğun çocuk olduğunu kabul ettirmekle örnek alınabilir. Dozu aşarsak bu modeli bağlamından kopartarak okuyan otoriter liderler türer ve kendilerini Atatürk’le kıyaslarlar. Bir otoriteden kurtulmak için bir başka otoriteye sığınma kolaycılığına düşersek, birçok faktörün desteğiyle bir belediye seçimini kıl payı kazanmış bir kardeşimize bile “Atatürk gibi bir kahraman” diyenler çıkar. “Şeyh uçmaz, mürit uçurur” sözü, müritlerden medet uman herkes için kullanılabilir.

***

Sosyalizm “sosyal”i, yani halkı yüceltir. Eğer tüm duvarlara Lenin, Stalin resimleri asarsan, Putin’e ses etmen zorlaşır. Devletleri yöneten, ülkeleri kuran kişilere karşı sevgi ve saygının da bir ölçüsü olmalı.

Atatürk bir gün birkaç heyetle görüşüyor, heyet sözcüleri bu metnin başındaki ilkokul öğrencisi gibi Atatürk’ü ne kadar çok sevdiğini söylüyorlar. Bir noktada Atatürk sinirleniyor ve bağırıyor: “Beni övme sözlerini bırakın, gelecek için neler yapabiliriz onu söyleyin.”

Atatürk’ün çok az alıntılanan harika bir sözüdür. Kendini Atatürk’le kıyaslayan bir liderle yirmi beş yıl geçirdikten sonra, yeni yirmi beş yıla aynı ruh haliyle aday olanları gördükçe aklıma hep bu söz geliyor.