2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta bir Ortaçağ katliamında babam şair Dr. Behçet Aysan’ı kaybettim. Bu ülke de geleceğini…

Sonrası malum. Yirmi sekiz sene sonra bugün, adalet, mafya, uyuşturucu ticareti karabasanı ortasında Panama’dan beter bir görüntü içinde memleket havası selamlıyor bizi. Meğer tarih, önü kesilemeyen eğitimsiz bir güruhun, “Laiklik Sivas’ta kuruldu, Sivas’ta yıkılacak” çığlıkları arasından taşıyormuş. Ve takvim yaprakları yaşamın rüzgârını önüne katıp bizleri anlatmaya, alfabemizdeki yirmi dokuz harfin sığmayacağı hukuksuzluklardan başlıyormuş. Artık dilimize pelesenk olan, geç gelen adalet, adalet değildir, özdeyişini yaşıyoruz. Anayasa Mahkemesi yedi yıldır Sivas davasını görüşemiyor nedense.
Gündeme geldiği anda da erteliyor.

***

Öte yandan bizler, taziyeler içinde hayatımızı sürdürürken kalbimize yerleşen sıkıntıyı bir karabasan gibi ömrümüz boyunca taşıdık. Yorulduk, bunaldık ama hayatın acemisi olmaya devam ettik. Başımıza çoraplar örüldü. Özgürlük düşlerimizden vazgeçmedik. Öldürülen yakınlarımızın, tanıdıklarımızın mezarlarının başındayken birbirimize verdiğimiz sözler havada asılı kaldı, aşındı. Yine de sorular sormaya devam ettik. Farklı sorularımıza rağmen, cevap alamadığımız için, sorular biriktirme konusunda hüner sahibi olduk. Bir kere daha “çok güzel yenilmemek adına” inatla yeni başlangıç kapılarını çalmak için seferber ettik kendimizi. Ama her yeni girişim edindiğimiz onca tecrübeye rağmen iflas etti. “Yenilenler”dik şüphesiz. En azından kimi iktidar odaklarınca öyle tanımlandık yıllarca. Belki de arkamızdan güldüler, dalga geçtiler, alay ettiler.

Onlar bizim çokluğunu bile telaffuz edemeyeceğimiz yeşil banknotların üstünde oturuyorlardı. Çeklerini, senetlerini tahvil ederlerken, kirli ilişkilerini olanca sarihliğiyle yaşarlarken, yatlarında zenginliklerini magazincilere sunarlarken çıkarları asla ve kat’a çatışmıyordu. Her şey paraydı, para… Bizse hakikatin ne olduğunu öğrenmek adına hep aynı yerde duruyor, bir şeyleri ortaya çıkartmak için tanık arıyorduk. Zihnimiz sağlıklıydı, berraktı, öğrenmeye hevesliydi. Ama onlara göre sağlıklı değil aciz insanlardık aslında. Acizliğimiz verecek tek bir canımız olmasından kaynaklanıyordu. Başka da bir şeyciğimiz yoktu.

Bir şeyleri oraya koymak adına yazmaya karar verdik. “Buradayız” dedik. Ölülerimiz yaşasın istiyorduk. Muazzam savaşçı olan sözcüklerin geleneğini sürdürmeye adadık ömrümüzü. Yakılan şairlerin, öldürülen gazetecilerin, aydınların çocuklarıydık. El ele verip onların gittiği yolu bir parça da olsa genişletmek gibi masumane bir çabamız vardı yalnızca. İktidar değil özgürlük odaklı, “ben”i tapu kılmadan, yeni bir başlangıç yolu aradık. Bu kapkaranlığı yırtacak çıkış kapısına nasıl ulaşılır, diye gece gündüz düşündük. Adalet adına büyük setlerle karşılaştık, davalarımız düşürüldü. Her defasında “cezasızlık” olgusuyla yeniden karşılaştık. Bir tek mezarlarımızı korumaya mahkum edildik. Onu bile sağlayabilmek özel bir çaba gerektiriyordu. Ezcümle: Her defasında yeni bir hayata düşbaşı yapmak istedik. Yaşam ve kahrolsası bu düzen bizi tedavülden kaldırmak için elinden geleni yaptı.

***

25 Mayıs 2001 gecesi, babamın ölümünden hemen sonra bela bir hastalığa yakalanmış annemle uzun uzun konuştum. Erimiş bedenine rağmen kocaman gözleriyle bakıyordu bana. Defalarca ameliyat masasına yatırmışlardı onu. Hepsinden ince bir çizgi gibi gülümseyerek çıkmıştı. İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum. “Babamı çok mu sevdin anne?” diye sordum. “Sen olsaydın, sen de severdin” diye yanıtladı beni. Ertesi gün onu kefen içinde son defa gördüm.

Sivas önce bir ailenin sonra da bir toplumun çöküşünün başlangıcıdır aslında.

***

Havaalanı apronlarına saldırıyorlar, parti binalarına parti başkanlarına saldırıyor. Linç sözcüğünün medeniyet kaybı olduğunu görmeden. Dahası otel yakanlar aranmasına rağmen ehliyet alıyor, evleniyor. Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’na yumruk atan eller öpülüyor. Hatıra fotoğrafları havada uçuşuyor.

***

Yıllardır babam Behçet Aysan’ın dizelerindeyiz. “Aynı gökyüzü aynı keder”deyiz. Görün artık!