Genç ölmek
Camillo Jose Cela’nın “On Bir Futbol Öyküsü” kitabından aklımda ellenmeden duran epigraflardan biridir: “Ölüm yaşlıları evlerinin önünde, gençleri ise pusuda bekler.” Öyle ya, ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflar içerisinde hatırlanır; beyaz periler bir görünür, bir görünmez, kaybolur. Şıpıdık terlik sesi ile kapılar açılıp kapanır. Ölüm her hâlükârda giz dolu telaş içinde gelir, buhur yükselir, tahta sandıklar kilitlenir. Rahvan atlar bilinmeze koşar, meçhule giden bir gemi limandan kalkar. Oysa biz genç ölümlerin ardından büyük isyanlar yaşıyoruz. Yarım kalmış hayatları zihnimizde tamamlamaya çalışıyoruz!
***
Son birkaç gündür sosyal medyada Turgay’ın ( Yıldız) yeni skeçini arıyorum mesela. “Raif Abi, yanıyoruz, uçağa atla gel” diyecekti belki hayatta olsaydı. Bu ülkede, en zalim anlarda trajedimizi alaya alan bir sese ihtiyaç duymamız boşuna değil!
Yıl 2002 olmalı. Turgay, örgütçü yanıyla DTCF Tiyatro Mezunları Derneği’ne yön vermeye çalıştı. Başkanlık için adaylığını koyarken aradı, “Benimle yola çıkar mısın?” diye. Ona işlerimin çok yoğun olduğunu, istediği düzeyde yardım edemeyebileceğimi söyledim. Turgay, okuldaş olduğumuzu, yönetim kurulu için isim olarak yanımda olmasının yeterli olacağı konusunda ısrarcı oldu. Nitekim o Başkan, ben de Başkan Yardımcısı olduk. Ama yanımızda yöremizde çok insan bulamadık. Yıllar sonra hocalarımız okuldan atılınca dayanışmanın önemi daha baskın bir biçimde ortaya çıktı. Turgay’ın belki de derneği bu denli yaşanır kılma arzusunun altında güçlü bir öngörü yatıyordu.
İnatçıydı. İşte bu yüzden hastalığı öne çıkınca ezer geçer sanmıştım. Kötü yıllar yaşadık. Turgay bu dönemin direncinin gülen yüzü oldu.
***
Temmuz, bizlerin “küçük prensesi” Didem’in de “elveda” dediği ay aynı zamanda. Didem’le Turgay kadar yakın arkadaş değildik. Birbirimizi sever, özellikle de Zeynep Köylü aracılığıyla selam gönderirdik. 2000’li yılların başlarından itibaren önce dergilerde görüp sonra sıkı takibe aldığım bir şiirdi, Didem Madak şiiri. Sözcüklerle oyun oynuyormuş ya da şiirini oyunla kuruyormuş gibi gelirdi bana. Usul bir ezgiyle monologunu geliştirdi. Kanser bedenini gencecik yaşında sarınca umutsuzluğa kapılmıştı. Zeynep, “Eren, Didem son yazdıklarını yırttı, biliyor musun?” diye acıyla aradığında susup kalmıştım. İşin tuhaf yanı Zeynep bir tek, “Silvia, sütünü iç!” dizesini anımsıyordu. Edebiyatın hayatı kurtarmadığını hepimizden önce anlamıştı.
***
Bundan tam sekiz yıl önce sabaha karşı Ahmet Erhan’ın bizi terk-i diyar eylediğini öğrendiğimde karşı kıyıdaydım. Gelirken bir avuç toprak ve uzo getirdim. Cenazenin akşamında Adnan Azar’lı ve Haydar Ergülen’li masadaydım, yine Express Birahanesi’nde… oradan selam çaktık yukarıya. Sonra bir şairin ölümü sonrasında beklediği oldu: Türkiye ayağa kalkmadı. Sadece onda değil! Yıllarca nice acılar denizinden geçtik. Sırat köprüsü gibi yoksulluk köprülerinden, gazeteci- yazarlarla doldurulan cezaevlerinden, haksızlıklar, hukuksuzluklardan, hedef gösterilmelerden, sıradanlaşan linç defterinden… Türkiye hiç ayağa kalkmadı!
***
Önceki gün Cüneyt’in (Cebenoyan) bizi yakıp yıkıp, çekip gittiği gündü. Sabah saatleriydi. İsmail ( Saymaz) arayıp Cüneyt’in kaza geçirdiğini söylemişti. Olduğum yere çöktüğümü hatırlıyorum. Cüneyt zekiydi, çevikti, gözü karaydı. İnandığı doğruları vardı. Onlar uğruna başını sonunu hiç düşünmeden dövüşürdü. İsteseydi ailesinin ona sağladığı, kendisinin de üstüne eklediği eğitimle mor binliklerin arasında yüzerdi. Hiçbirine tevessül etmedi. Yıllarca kardeşi Yasemin’in ardından yaşamaya çare aradı. Geriye ince bir sızı kaldı.
***
Ülkemiz, basiretsizlik ve cehalet iklimi nedeniyle yangınlara yenilirken, yangını söndürmek isteyen gencecik bir evladımızı daha yitirdi. Şahin Akdemir’di adı. Kendi bedenini bu ülkenin kurdu, kuşu, böceği için ateşe verdi. Bir fotoğraf kaldı belleklerimizde.
***
Dün, gencecik bir kızın bedeni beş parçaya ayrılmış bir şekilde toprak altında bulundu. Annesinin feryadını duydum kulaklarımda. İstanbul Sözleşmesi rafa kaldırılmışken bir kadın cinayeti daha deftere yazıldı.
***
Bu ülke, gepegenç gömdüğümüz bedenlere verdiğimiz sözlerle doldu taştı. Peki biz bu yükle nasıl yaşayacağız be kardeşim?