Ne çok erken ölüm verdik gözü doymaz toprağa. Hasan Uysal’ın ölümünün üzerinden ise üç yıl geçti. Geçtiğimiz hafta sosyal medyada doğum gününü görünce içim cız ederek yeniden anımsadım bize hüzün veren kötü yılları.

Hasan, ölüm yeri olan Avyalık’ta belki görece sakin bir hayatın içinde yol almış olabilir. Ama dışına itildiği, itilmek ne kelime, süpürüldüğü mesleğini sürdürememenin sancısını çokca yaşadığına tanığım. Ondaki kalp kırıklığının geldiği telafi edilemez boyutu düşününce içimi keder kaplıyor.

Ankara’dan uzaklaşmadan önce, İletişim Fakültesi’nde hocalık yaparken, “Öğrencilerine ilk derste ne anlatıyorsun?” sorusunu yöneltmiştim. Müdavimi olduğu - müdavim de ne kelime, demirbaş listesinde en üstte adı yazılacak - Mülkiye’nin bahçesinde, rakısına ayvasını koyarken yanıtlamıştı beni: “Televizyonundan gazetesine, iktidarından onların çıkardığı yasalarına kadar tarafgir olan Türkiye’de, Amerikan gazeteciliğinden kopya ‘tarafsızlık soytarılığı’nın ne menem bir şey olduğunu… gazeteciliğin temel kuralı, ‘objektiflik ve gerçekçilik’ kavramının ‘tarafsızlık’ olarak tepetaklak edenlerin düzmece hikâyelerini…”

Seksenli yılların sonu, doksanların başı... Mülkiyelilerin bahçesindeki kum havuzununun olduğu eski günlerden söz ediyorum. Belki de tek oyun alanım olduğu için… Bir şekilde aralarında büyüyorum işte. Memleket postal rejiminden kurtulmanın sancıları içinde. Mustafa Kamil Zorti’nin ‘Netekim’inin hemen ardından “Akbulut Fıkraları” kitapçıların çok satan raflarını süslüyor: Ercan Deva’nın ‘Bir Başbakan Varmış Bir Başbakan Yokmuş’ ve Can Ozan’ın ‘Pirzola’sının yanında baskı üzerine baskı yapan Hasan Uysal’ın ‘Böyle Başa…’… Kitaptan dolayı yargılanmış ama gözü kara bir şekilde yargılanma safhası üzerine yeni bir fıkra üretmiş: “Başbakan Akbulut, hakkındaki fıkraları toplayıp kitap yapan gazeteciyi dava etmiş. Akbulut’un avukatları başbakana ‘saf’ dediğini, aşağılandığını ve ‘cahil’ olarak tanıttığını ileri sürerek cezalandırılmasını istemişler. Mahkeme ilk celsede gazeteciyi ağır hapisle ve para cezasıyla cezalandırılmasına karar vermiş. Mahkemenin ilk celsede böyle bir karar vermesi üzerine gazeteci itiraz etmiş: ‘Başbakana ‘saf’ demek bu kadar ceza gerektirir mi? Biraz insaf sayın yargıç.’ Yargıç gözlüklerini burnunun üzerinden kaldırıp çıkışmış gazeteciye: Sana verilen ceza hakaretten değil, devlet sırrını açıklamaktan verildi.” Şimdilerde, Olacak O Kadar’daki vasat politik esprileri bile özlediğimiz dönemleri yaşıyoruz. Ne hazin…

Hasan, nüktedanlığıyla sevimliliğini birleştirerek dolaşırdı. Başında şapkası, boynunda fuları ve kış günleri bol düğmeli yelekleri, rengarenk gömlekleriyle hemen göze çarpardı. Yaptığı haberlerle de hep esprisini korurdu. Cumhuriyet’te çalıştığı, 12 Eylül sonrasının en sancılı dönemlerinde aynı zamanda bir kitaba da imza atmıştı: ‘Gizli Örgüt Nasıl Kurulur?’ Aslında bu kara güldürü sırtını gerçek bir olaya yaslıyordu. Arka arkaya pek çok gazetecilik ödülüne layık görülen kitapta traji – komik boyutlara varan bir gözaltı öyküsü aktarılıyordu. O hep, ‘Kötü bir dönem yaşadık, yaşıyoruz. Bunların hesabının sorulabileceğini de sanmıyorum. Hiç olmazsa bir bölümünü afişe edeyim istedim.” diyordu. Dediği gibi gerçekleşti her şey.

Hemen ardından ‘Adı Afganistan’ı yazdı. Sovyet Birlikleri’nin Afganistan’dan ayrılacağı açıklanır açıklanmaz, Evren’in pek mühim ticari gezilerini ve başbakanın by-pass ameliyatı gibi önemli gündem maddelerini elinin tersiyle itip Türkiye’den giden tek gazeteci olmayı başarmıştı. Bugünkü Afganistan’ı ve siyasal İslamın o bölgede yükselişi anlamak isteyenlere kaynak, “Adı Afganistan” Son zamanlarda memleket Afgan mülteci sorunlarını yaşarken, sınırlarımız kevgire dönmüşken, bir bataklıkla burun burunayken doğru çözümlere ulaşmak adına o zamandan gündem belirleyicisiydi Hasan.

Onda hikâyeler bitmezdi. Her gün cebinde yepyeni öykülerle çıkagelirdi.

Son yıllarda resme merak sarmıştı. Bunda Fikret Otyam’ın etkisi büyüktü. Onun çocuksu çizgileriyle Fikret Mualla’nın çizgileri arasındaki benzerliği anlatmıştı bir keresinde sevgili Fikret Otyam bana. Hey gibi günler… Mülkiyeliler Birliği’nde arka duvardaki kocaman duvar resminin sahibiydi. O duvar ise çoktan yıkıldı.

Memleket çeperin dışına itilmeye çalışılan gerçek gazetecilerle öylece kalakaldı.