15 Temmuz sonrasında yapılan açıklamalardan ordu, polis ve istihbarat üçgeninde kurum içi ve kurumlar arası bilgi paylaşımında ne gibi aksaklıkların yaşandığı bir bir ortaya çıkıyor. Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, MİT’in 2002-2010 arasında Fethullahçı subaylara dair kendilerine istihbarat vermediğini söyledi. Başbuğ topu MİT’e attı ama aynı dönemde ordu içi istihbaratın neden yetersiz kaldığını ya da YAŞ’ta ihraç edilen subayların arasında cemaatçi olup olmadığını açıklama gereği duymadı. Gül kimlerin ihracına şerh düştü hala bilmiyoruz.

Daha takvimler 2002’yi gösterirken Genelkurmay kaynakları “irtica ve terör tehditleri” başlığı altında Gülen’in din devleti kurmak istediğini, yurtiçindeki ve yurt dışındaki okulların devletin üst kademelerine yerleşecek isimleri yetiştirdiklerini rapor halinde yayınlıyordu. Harp Okulu sorularının çalındığı gazetelerde manşetti. Daha da ilginci, basına verilen bu bilgilerin “asker uyumaz” başlığıyla kamuoyuna sunulmasıydı. Gülen kendisiyle 2005’te yapılan bir röportajda ordunun bünyesinde “falancacı, filancacılara” izin vermeyeceğini ama TSK’de onu seven askerler olduğunu açıkça söylüyordu. Kim uyumuş, kim uyumamış yorum sizin.

Orduda cemaat örgütlenmesi olmaz deniyordu ya poliste? AKP iktidara geldikten sonra en çok tartışılan meselelerden biri polisteki cemaatçi örgütlenmeydi. Emniyet teşkilâtında Fethullahçı polislerin ayrı bir güç olduğu söylendiğinde Emniyet kendi soruşturmasında böyle bir bulguya rastlanmadığını ileri sürecekti. Fakat Emniyetin açıklamasının herhangi bir inandırıcılığı yoktu çünkü o dönemde görevli polisler arasında bu tip örgütlenmelere işaret edenler vardı. Laik çevrelerden yazarlar ve siyasetçiler konunun üstüne gitmeyi sürdürdü ve 2004 yazında MGK’de “Emniyet’teki Fethullahçılar” raporu görüşüldü. Raporda iki nokta açığa çıkmıştı. Biri Fethullahçı polislerin ‘bağımsız bir istihbarat’ birimi oluşturduğuydu. Cemaat lehine bilgi toplanıyor, bilgiler yine cemaat içi hiyerarşiye uygun biçimde yukarıya aktarılıyordu. İkinci nokta ise cemaatçi polislerin edindikleri istihbarat ile şantaj yaptıklarıydı. Böylece sadece Emniyet’te değil diğer kurumlarda da cemaat mensuplarının yükselmesinin yolu açılıyordu. Bir başka ifadeyle bugün AKP’lilerin “kandırıldık” savunmasını geçersiz kılacak birçok bilgi ve iddia o günlerde siyasetçilerin ve askerlerin masalarının üzerindeydi.

Cemaat 2000’li yılların ortalarından itibaren tarihi bir fırsat yakaladı. Uluslararası platformda 11 Eylül sonrasında Batı’nın korkularını ve İslami radikalizmle mücadele ajandasını kendi lehine çevirdi. Hem uluslararası hem de ulusal ana akım medya Gülen’in başta Bin Ladin olmak üzere cihatçı grupları kınamasına geniş yer verdi. “Gerçek İslam bu değil” diyen Gülen kendini İslami radikalizmden ayırdığını sözüm ona tescilleyerek Batı’nın “ılımlı İslam” projesinin mihmandarı haline getirdi. Cemaat mensuplarının hareket alanı ve Batı medyasındaki görünürlükleri de bu süreçte arttı; bugün Batı’daki cemaat yanlısı yayınların arkasında böyle bir tarih var. Cemaat’in yakaladığı fırsatın diğer ayağında ise AKP iktidarı vardı. “Milli Görüş”ün Gülen ile olan ‘mesafesi’ biliniyordu. AKP’liler “milli görüş gömleğini” çıkartırken cemaate olan ‘mesafelerini’ de kaybettiler. Elinde hazır kadroları olmayan AKP, özellikle 2000’lerin ikinci yarısında Cemaat kadrolarının kilit mevkilere getirilmesine bedeli pahasına göz yumdu. Bu net bir tercihti. Böylece hem Cemaat’in uluslararası bağlarından yararlanarak ‘itibarını’ arttırdı hem de Kemalist aktörlerin tasfiyesini sağlayacak bir güce ulaştı. Şimdi yeniden tartışma konusu olan siyasi davalar bu tasfiye mantığının bir ürünüydü. Kimse “bilmiyorduk” deme ve nedamet göstererek kendini aklama lüksüne sahip değil.

Bugün iktidar kendince devleti yeniden yapılandırma işine giriştiğine göre benzer hataları tekrarlama riski bir kez daha ortaya çıkmış demektir. Hatayı yalnızca ittifak yapılan aktörün kimliğine bağlamak yanlıştır zira asıl sorun sürece yön veren zihinsel kalıplardır. Devleti yeniden yapılandırmak, onu ele geçirmek ya da partiye/kişiye bağlamak gibi bir noktaya sabitlenirse sonuç ya cemaat devleti ya dikta yönetimidir. Demokratik mekanizmaları görmezden gelerek, eski müttefikin hasımlarını yeni ortak kılmak da sorunu çözmez. Gücü merkezileştirmek ve sermaye ile zor aygıtlarını bu güç arkasında konsolide etmek ise yeni bir çatışmayı doğurur. O nedenle bir an önce çoktan kaybettiğimiz demokratik zemine dönüşü programlamayız. Siyasi partiler kanunundan seçim sistemine, basın özgürlüğünden kurumlar üzerindeki dini vesayetin kalkmasına uzanan zorlu bir hattır bu ve tüm demokrasi güçlerini içermelidir.