Şimdi. Şimdi demek zaten yanıtını herkesin bildiği bir sorudur ve kimsenin içinden de fazla bir şey demek gelmez. Gözyaşlarının gücü yoksa, sözün gücü olsa ne, olmasa...

Ne zaman dinlesem, 45 yıldan beri demek ki, onu hep Sezai Karakoç’un dizeleriyle sevdim: “Biz seni işte böyle sevdik Leyla”. Dizeler de öyle söylüyor zaten. Karakoç “Köşe” adlı bu şiirini şu dizeyle bitirir: “O gitti bize ağlamak kaldı kala kala”. Bu dize de, hatta şiirin tamamı da, hem güzelliğinden hem içliliğinden, hem de sevinçli sözcüklerinden ve özlem yerine geçen boşluklarından, en sonunda da son dizesinden ötürü beni de ağlatır ağlatmasına da...Bu kez başka bir şey oldu ve Selda’yı dinlemeye başlayınca, “o söyledi bize ağlamak kaldı kala kala” diye içimden okudum dizeyi. Siz de öyle yapın isterim, lütfen içinizden okuyun, ağlama bölümü size kalmış, artık içinizden mi dışınızdan mı, nasıl isterseniz öyle ağlayın. Hem bugünlerde her şey biraz da Adnan Özer’in “Kırlara Veda” şiirindeki gibi değil midir, “Gözyaşlarının gücü vardı eskiden”. Şimdi. Şimdi demek zaten yanıtını herkesin bildiği bir sorudur ve kimsenin içinden de fazla bir şey demek gelmez. Gözyaşlarının gücü yoksa, sözün gücü olsa ne, olmasa...

1971’de 15 yaşındayım, kardeşim Kemal 14’ünde. Anadan doğma babadan solcularız. Bağımsız yayıncılığın yapıldığı bir TRT vardı o zamanlar. Şimdi bir taraftan hacıyağı bir taraftan jöle, türk-islam sentezinin karargâhına dönüştü. Yazık. İşte o TRT’de duymuştuk ilk Selda’yı. Ses için de ‘hayali cihan değer’ denirse, Selda’nın sesi de tam buna değer bir şeydi. Vietnamlı, Kübalı devrimci kızların, gerillaların bir kaç siyahbeyaz resmini görmüş olmalıyız ki gazetelerde, Selda’ya da öyle yeşil bir üniforma, arkadan tek kuyruk siyah saçlar yakıştırdık kardeşimle. Bir de tabii bir yıldız, kızıl.

Bunlar bizim için o gün olduğu gibi bugün de kıymetli elbette. Ama daha ilginç olan, Selda’nın o güzelim, eski TRT radyosunda dinlediğimiz şarkısının, anonim ve çok bilindik bir halk türküsü olmasıydı: “Çemberimde gül oya/gülmedim doya doya” diye burada kessem, hepinizin devamını mırıldanacağı o türkü. Kardeşim Kemal’le birlikte o türkünün sesine bakarak, Selda’nın devrimci olduğunu anlamış, ve ona bir de devrimci militan giysisi bile yakıştırmıştık.
“Ben onun sesine baksam iyileşirim” diye yazmıştım bir vakit, yazdığım aklıma geldi. Belki de o dizenin kaynağı 15 yaşında ilk kez dinlediğim Selda’nın sesidir. Ben onun sesine baksam devrimi görürüm. Ben onun sesine baksam Berkin’in, Ali İsmail’in yaralarını sararım. Ben onun sesine baksam barışı sağlarım. Ben onun sesine baksam barışı bir cumhuriyet gibi kurarım.

Barışı bir cumhuriyet gibi kurmak. Selda’nın sesi de artık barışın, özgürlüğün, eşitliğin, böyle bir gökyüzü var biliyorsunuz, yoksa Turgut Uyar da boşuna okunmuş olur daha okunacak olan da, gökyüzü gibi, cumhuriyeti gibi. Ne söylese, ne mırıldansa böyle bu. Sesini uzun yola yolladığında da, şöyle bir hava al gel dediğinde de, bakalım nereye kadar gidecek bu diye kendi sesinin ardına düştüğünde, izini sürdüğünde de, sesini dostlar sofrasında cömertçe ortaya koyduğunda, dileyene, duyana bir armağan gibi sunduğunda da... Onun sesi barış cumhuriyetinin yıldızı gibidir, göğü gibidir, isteyen onu beyaz, isteyen kırmızı, mavi, mor düşleyebilir.

Sesin de düş gibi görülebileceğini öğrendik Selda dan. O sesi sevdiğimiz bir kent gibi, uzak bir liman gibi, zümrüt pınarlar gibi, derin ve gözalıcı uçurumlar gibi, ovalara bir müjde olarak çöken sis gibi ve özlediğimiz ne varsa onun düşüyle gördük.

Zelda. İlk plaklarında adı böyle. Güzelmiş. Bilmiyordum, Deniz’ler o sırada içerdeyken, o güzelim TRT günlerinde yani, radyoda ve acemi televizyonda “Mapusanelere güneş doğmuyor” türküsünü söylemiş meğer. Belki bir de bu yüzden Selda’yı da Zelda’yı da “severmişim meğer”. Bir şehir efsanesi de olabilir şiir efsanesi de, Deniz dinlemiş Selda’nın şarkılarını. Belki de kulağında, içinde götürdüğü ses Selda’nın sesiydi, şarkılarıydı. Ve bir sesi düşe çevirmek, düşlemek gibi tıpkı, o sese aşık da olabilir insan. Hiç unutmam, hem de şiirin insan yerine bu kadar geçtiği, insanla aynı olduğu unutulur mu? Nazım Hikmet “Taranta Babu’ya Dokuzuncu Mektup” şiirinde, ”Bugün aklıma/ yazısız ve çizisiz/bir resim geldi Taranta Babu!/ve benim, birdenbire/yüzünü değil,/gözünü değil,/ senin sesini göresim geldi, Taranta Babu” der. Demek ki insan bazen koşullar ne olursa olsun, mahpusta olsun, direnişte olsun, barışta, yakında, gurbette, özgürlükte, “sesini göresim geldi” der, başka bir şey de demez.

Herkesin onu Alevi sandığını, Sivaslı sandığını söylüyor, 40-50 yıl önce öyle sanılırdı, “Sivas ellerinde sazım çalınır” derseniz bir de Pir Sultan Abdal’ın adının geçtiği yerde niyaz ederek, Alevi oldunuz gitti. Hem de öyledir işte, şiiri düşlemek yeter, okumak, yazmak gerekmez. Alevi olmak da öyle, oldum dersiniz olursunuz.

Selda işte, bizim yalnızca ses hafızamız değil, toplumsal belleğimiz, ulusalcısından kemalistine, sosyalistinden anarşistine, cumhuriyetçisinden demokratına, İzmirlisinden Dersimlisine, Türkünden Kürdüne, Alevisinden Sünnisine ‘bizim mahalle’nin, Sezai Sarıoğlu’nun demesiyle ‘masanın sol tarafı’nın ‘toplumsol’ belleği bir de.

“Kul olayım kalem tutan ellere/katip arzuhalım yaz yare böyle” deyip yüzyıllar öncesinden direniş ahlakını günümüze taşıyan da bu sestir, halk düşmanı, insanlık düşmanı, tabiat düşmanı Hızır Paşa’ların ya da halk deyimiyle asker, sivil her türden soysuzun, Hınzır Paşa’ların karşısına çıkmaya yüreklendiren de bu sestir. Sanatın işlevi, edebiyatın işlevi konuları tartışılıp durur, kısa vadeli işlev bekleyenler, yarar umanlarsa hep şunu unutur, sanat, edebiyat, müzik, yazı, şiirin oluşturduğu ortak birikim Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da ve her yerde halkların belleğine yazılır, kazılır ve bir gün isyan olarak, devrim olarak ortaya konur. Gezi’ye bakın, oradaki çocuklara bakın, duvarlara yazılanlara bakın, ‘şiir sokakta’ hareketine bakın, Turgut Uyar’dan Cemal Süreya’ya, Didem Madak’tan Nilgün Marmara’ya, Birhan Keskin’e, Cahit Zarifoğlu’ndan Metin Altıok’a, Ece Ayhan’dan Nazım Hikmet’e, Ahmed Arif’ten Edip Cansever’e, Gülten Akın’dan Küçük İskender’e, hep türkçenin öncü şairlerinin dizeleri yazılı değil mi oralarda? Öyleyse şiirin de, yazının da ‘Gezi’ye çıktığı gün, “Birgün Mutlaka” gelir, devamı da “Birgün Mutlaka” gelecektir ve Nazım Hikmet’in Piraye için yazdığı “Saat 21-22 Şiirleri”nde dediği gibi, “Ve elbette ki sevgilim elbet/ dolaşacaktır elini, kolunu sallaya sallaya/dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla/bu güzelim memlekette hürriyet...”

‘Barış’ın sesidir Selda, 4o yıldır bu topraklarda barışın türküsünü söyleyen sesler arasında özel bir sestir. ‘Acıyı bal eyledik’ diyebilenlerin sesidir, iktidarlarını sürdürmek için inançlarını bile kullananların, dinsel inançları sömürüp mezhepçilik yapanların, ‘başkan’ olmak için ölümlerden medet umanların, gencecik insanların, sivillerin, askerlerin ölümüne kayıtsız kalanların, Cumhuriyetin 100. yılını İslami bir rejim altında kutlayıp kendi deyimleriyle ‘rövanş’ı almk isteyenlerin ruhlarını, içlerini ve kulaklarını tıkayıp duymak istemeyecekleri bir sestir bu. Ama yalnızca bizim mahallenin sesi de değildir elbette, hangi mahalleden olursa olun barıştan, kardeşlikten, eşitlik, özgürlük ve adaletten yana olan, insanlığını muktedirlere, din tacirlerine rehin bırakmamış olan büyük insanlığın sesidir. Biz bu sesi seviyoruz. Bu sesin söylediği barışı da seviyoruz ve istiyoruz. Ötekiyle barışık olan herkesin de sesiyle barışık olan Selda’yla barışın sesine kulak vermesini, gönül vermesini diliyoruz.