BirGün’ün dünkü manşeti “Kürt sorununda Barzani çözümü” şeklindeydi. Yani bir nevi durum tespiti… Hemen söyleyeyim: Bu tarzdan sahici bir çözüm çıkacaksa eğer, yüreğimizi ferah...

BirGün’ün dünkü manşeti “Kürt sorununda Barzani çözümü” şeklindeydi. Yani bir nevi durum tespiti… Hemen söyleyeyim: Bu tarzdan sahici bir çözüm çıkacaksa eğer, yüreğimizi ferah tutabiliriz. Bugüne dek Ankara çözümsüzlüğü ile Kandil çözümsüzlüğü yarıştı. DTP bünyesinde epey iyi niyetli arkadaş var, ama hem Türkleri hem Kürtleri ikna edecek bir performans sergileyemediler…

Eh, şimdiye dek bu sürecin kaderini elinde tutanlar demek ki barış istemiyor! Çözüm diye telaffuz edilen siyasetlerin çözümsüzlük olduğu anlaşıldı. Kabaca söylersek bir yanda ‘Türkçülük’ siyaseti var diğer yanda ‘Kürtçülük’ siyaseti. Her ikisi de ne yazık ki Amerikan siyasetine endeksli. Yani emperyalizmin bölgede dayattığı normlardan, reelpolitikadan  bağımsız ve “birarada yaşama kültürü”nü besleyen bir siyaset arayışı öne çıkamıyor. Bir cenahın ortaya koyduğu çözüme, diğeri hemen çözümsüzlük diye itiraz ediyor. Mesela, çözümün ilk adımı olarak devlet diyor ki “PKK teslim olsun”; PKK diyor  ki “devlet beni tanısın”. Ve zaten ilk adımda böyle bir kördüğüm var.

Ayrıca konjonktürel olarak bu sorunun mevcudiyeti müesses nizam bünyesinde adeta ‘yapıştırıcı’ bir işlev de oynamıyor mu? Zoraki hâkim ittifak, kendi aralarındaki kavgayı bırakıp bu sorun sayesinde ‘birlikte’ davranabiliyor. (AKP ile Genelkurmay’ın bilek güreşindeki pata hali, bir Kürt çözümünden ziyade sorunun sürüncemede kalmasından, yani onun ‘yapıştırıcı’ faydasından medet ummalarına yol açmıyor mu?) Amerika da bunun farkında ve bu sorunu kendi istedikleri yönde bir yapıştırıcı olarak kullanabiliyor. Hâkim güçlerin çözüm önerilerindeki ‘iyi niyetli’ argümanlar dahi inandırıcı değil. Yok efendim, bölge geri kalmış, burayı ekonomik olarak geliştirirsek, dağa çıkan adam sayısı azalırmış! Ama son yıllarda dağa çıkanlar arasında batıda yaşayanların sayısı giderek artıyor. Ya da Kürt hareketi, özellikle 1999’dan bu yana, her fırsatta, artık ayrılıkçı olmadığını, sadece demokratik cumhuriyet istediğini ve hatta üniter devlete bile karşı olmadığını, özerkliğin yeterli olacağını, bunun yerinden yönetim ilkesiyle bile karşılanabileceğini söylüyor. Ama bu tür talepler için silahlı mücadelede ısrar ise hiç de inandırıcı olmuyor.

İşte şimdi Barzani moderatör olarak devredeymiş. AKP’nin bu sorunu aslında “İslami bir çerçevede” çözmeye teşne olduğu malum. Bu kanaatimi 5 Kasım 2007 tarihinde, “BOP ve Kürt İslam sentezi” başlığıyla şöyle ele almıştım:

Diyelim ki, Kürt sorununda askeri çözümü uygulamaya devam ettiniz. Astınız, kestiniz ve hiç tahayyül edemeyecekleri acıları dahi yaşattınız, ki zaten daha önceleri de yaşatmıştınız. Balığı yani PKK’yi etkisiz hale getirmek için gölü kurutmayı dahi göze aldınız. Yani coğrafyaya hâkim oldunuz ve yaşayanlarını iyice köşeye sıkıştırdınız. Düşük yoğunluklu da değil, kıvamı artırılmış dört dörtlük bir savaşa giriştiniz. Ve savaşı da kazandınız. Yani diyelim ki PKK’yi de büyük ölçüde etkisiz hale getirdiniz. Peki bu habitatın yaşayanları, yani Kürtler ne yapacak? Elbette korkacaklar… Sinecekler… Sabah akşam “Ça şabune dibejin ji ez Tırkım” (“Ne mutlu Türküm diyene”) sözünü tekrar edip duracaklar. Ama sindikleri zaman dahi, illa ki tutunacakları bir şey olmalı… Burada PKK seçeneği karşısında neyi öneriyorsunuz, neye tutunmalarını istiyorsunuz? Demokrasiye mi? Özgürlüğe mi?

Bunları önermiyorsanız, kuvveden fiile geçirmiyorsanız, Kürtler, bütün mazlumlar gibi, yüzyıllardır sindirildikleri zaman hangi limana sığınacaklarını öğretilmiş bir çaresizlikle zaten biliyor. Dine sığınıyorlar, tarikatlara bel bağlıyorlar. Yani demem şudur ki, askeri çözümde ısrarın kaçınılmaz sonuçları budur, efendiler! Hani şeriattan ve hatta ılımlı İslam’dan korkuyordunuz ya; demokrasiye hiç yer vermeyen bu zihniyette devam ederseniz, “Bölücülük”ten kaçarken “Şeriat” dolusuna tutulacaksınız! Kendi ellerinizle Kürt İslam sentezine denklem kuracaksınız. Üstelik konjonktür de bu seçenek için elverişli… Çünkü ılımlı İslam işinin içinde Nakşîlik konsepti de vardır.

Soner Yalçın da yazmıştı. Bugün Türkiye ve Kuzey Irak’ta en güçlü tarikat “Nakşibendîyye Halidiye”dir. Kuzey Irak’ta bu tarikat Barzani aşiretiyle birlikte anılıyor. Nakşibendî Barzaniler, başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye’deki Nakşibendîler ile hep iyi ilişkiler içinde oldu. Mesud Barzani’nin babasının adı “Molla” Mustafa Barzani idi ve baba Barzani, “Molla” unvanını bu tarikattan dolayı taşıyordu.

•••

Barzani, “Kürt sorunu Türkiye’nin iç sorunu” diyormuş; çok güzel, ama PKK son dönemde artık bir “Ortadoğu gücü” olduğunu ilan etmedi mi? Yine Barzani, genel af dahil her türlü barışçıl ve siyasi çözümün devreye girmesinden yanaymış, ki buna da eyvallah! Bunların derhal devreye girmesi elbette çözüm için somut adım olur. Yani bu son gelişmeler belki bir fırsat da yaratabilir. Ama…

Derdim sadece Kürt-İslam sentezi kuşkusu değil, bu gelişmelerin elbette bir de reelpolitik geçmişi var ki, onu da kısaca hatırlatayım: 1991 yılında ABD devreye girdi, KDP ve Türkiye ittifak yaptı ve PKK ile çatışmaya başladı. PKK ise, her ikisine karşı Saddam’ın desteğini alıyordu. YNK’nın [KYB] başındaki Talabani ise İran’la ittifak halindeydi ve PKK ile KDP (dolayısıyla Türkiye!) arasında arabuluculuğa soyunmuştu. Ertesi yıl Türkiye’ye gelen Barzani, zamanın başbakanı Demirel ile PKK konusunu görüştü; bu arada HEP milletvekillerini de ziyaret etti ve onların PKK’den uzak durmalarını istedi (22 Şubat 1992). Aynı yılın son aylarında PKK’nin KDP’ye “teslim olduğu” açıklandı (30 Ekim 1992). PKK’liler YNK’nın etkin olduğu Süleymaniye’ye çekilmişlerdi ve silahsızlandırılmamışlardı.  1993 Mart ayında Öcalan ateşkes ilan etti. (Aynı yıl 17 Şubat’ta Eşref Bitlis, 17 Nisan’da da Turgut Özal öldü ve ölümleri şüpheli karşılandı.) Bu dönemde Tansu Çiller ve (sonradan DYP milletvekili olan) Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş arasında sıkı bir işbirliği vardı, sorunun çözümünde farklı bir konsept devredeydi, faili meçhuller artmıştı. Bu sırada YNK ve KDP arasında şiddetli bir çatışma patlak verdi ve PKK’nin eli yine “serbest” kaldı.  Tuhaf işler oluyordu: Mesela 1996 yılında KDP ve Saddam güçleri, ABD denetimindeki “güvenli bölgeye” (Kuzey Irak) ortak saldırı düzenlediler. Sonraki yıllarda Ankara, bu kez KDP ve YNK arasında arabuluculuk yapmaya soyundu, buna “Ankara süreci” denildi; ama sonra inisiyatifi kaybetti, KDP ile YNK arasındaki sorunlar 1998 Eylül ayında Washington Antlaşması’yla çözüldü. Neden? Çünkü ABD Ortadoğu’ya çıkartma yapmaya feci şekilde hazırlanıyordu. Sonrası? Zaten hafızalardadır..

Peki bütün bunları neden hatırlattım? Belki de bugüne dek ortaya atılan “çözüm” seçeneklerinden ağzımız yandığı içindir…