Türk Ceza Kanunu’nun ‘Uluslararası casusluk’ başlıklı 331. maddesinde, casusluk suçu şöyle tanımlanıyor:

“Yabancı bir devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri, diğer bir yabancı devlet lehine siyasal veya askerî casusluk maksadıyla temin eden vatandaşa veya bunu Türkiye’de temin etmiş bulunan yabancıya bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası verilir.”

Yani bu suçun işlenmesi için, hem bazı gizli bilgilerin ele geçirilmesi hem başka bir devlete verilmesi hem de bunun kanıtlanması gerekiyor.

Dolayısıyla yeni Türkiye’de dahi savcı, Büyükada’daki toplantıda gözaltına alınıp tutuklanan insan hakları savunucularına ‘casusluk’ suçlaması yöneltmenin absürt olacağını düşünmüş. Önceki gün hazırlanıp mahkemeye gönderilen iddianamede, iktidar medyasının aylardır manşetten söylediği gibi, ‘casusluk/ajanlık’ suçlaması yok. Savcılık, hak savunucuları hakkında ‘terörizmin finansmanı ve casusluk’ suçlamalarıyla yürütülen soruşturma dosyasının ayrılmasına karar verip iddianameye almamış.

(Eh, finansman dediğinizde ortaya en azından bir para akışı, casuslukla suçlamak için bir belge değiş tokuşu koyulması gerekir ne de olsa. Tabii gazetecilere açılan casusluk davalarından hareketle, kanıt mefhumunun yeni Türkiye’de ayak bağı görüldüğünü de biliyoruz.)

Geriye ne kaldı? Örgüt üyeliği, örgüte yardım, örgütten birilerine “telefon etmiş olma şüphesi”…

Savcı, hak savunucularına, ‘suçlamak için kanıt gerektirmeyen’ ve ‘sanığın suçsuz olduğunu kanıtlama mecburiyetinin bulunduğu’ malum suçlamayı yöneltmiş: Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’ndaki örgütle bağlantılı suçlardan seçmeler.

Bu suçlamayı iddianameye eklemek için kanıta gerek olmadığından, Gezi Direnişi’nden Adalet Yürüyüşü’ne birçok yasal eylemle ilgili uzun cümleler ardı ardına sıralanmış. Yıllardır duya duya kanıksadığımız gibi, bu iddianamede de örneğin, telefon mesajlarındaki şakalar örgüte yardım suçlamasına ‘kanıt’ olmuş.

Yoksa, eski veya yeni, Türkiye’deki tüm savcılar, bir kişinin, biri İslamcı olan üç ayrı örgüte üye olamayacağını, üyeliği bırakın organik bağının olamayacağını bilir. Tıpkı Cumhuriyet davasındaki gibi bu suçlama, “hiçbir kanıt bulamadık” demenin yargı dilindeki karşılığıdır.

Bu durumda, yeni Türkiye’nin savcıları, hâlihazırda casusluk ve terörizmin finansmanıyla suçlanmamış olan hak savunucularına, bu iftirayı manşetten yönelten iktidar medyasıyla ilgili bir şeyler yapmayı düşünüyor mu?

Mesela, Büyükada’ya baskının ertesi günü “İstanbul’da ajan avı”, “İşte Büyükada’daki kaos planının perde arkası”, “zaman ayarlı kaos planının detayları”, “Büyükada’daki ajanlar…” başlıklarıyla çıkan gazeteler hakkında? Hak savunucularının avukatları, bu ‘haberlerle’ ilgili 20 medya kuruluşuna suç duyurusu yaptı. (Savcılık kamu görevlileri hakkındaki suç duyurularına takipsizlik veya görevsizlik kararları verdi.)

Yargının cevabını ve bu cevabın ne denli trajikomik ve ‘kaotik’ olacağını, şu ‘fıkradan’ tahmin edebiliriz:

Büyükada operasyonunun ardından iktidar medyasının internet sitelerindeki ‘haberlere’ dair, iftira, hakaret, hedef gösterme gibi suçlardan hareketle erişim engellenmesi talepleri, İstanbul 9.Sulh Ceza Hâkimliği tarafından, ‘basın özgürlüğü’ gerekçesiyle reddedildi.