Geçmiş bayramlar gibi bu bayramda da, cezaevlerinde açlık grevindeki Nuriye ve Semih’e ve gazetecilere ve devrimcilere bayramı haram ettiklerini sanacak, sevinecekler. Çevirdikleri filmde aslında figüran olduklarını bilmeyecekler. Ama öyle olmuyor bu işler.

Çünkü direnmek, üstelik merak etmektir. ‘Filmin’ sona erdiğini reddetmektir. Ve özellikle hep gülerek merak etmektir...
Bizler ki asla “bayram gelmiş neyime kan damlar yüreğime” demeyenlerdeniz, zalimleri bilhassa gülerek kahredeceğiz. İzninizle bu hafta on üç yıl önceki bir bayram yazısını paylaşacağım:

Dikkat Dikkat! Ziyaretçisi gelenlerin isimlerini okuyorum...

Bu anonsun yapılmasına daha bir saat filan vardı. Ama tüm koğuş hazırdı. Yani 1980 sonrası yıllardı. Bilmezsiniz elbet, ama bizim kuşak, dini bayramları cezaevlerinde en çok 12 Eylül sayesinde sevdi; çünkü açık görüş günleriydi. Açık görüş demek, normal görüşten farklı olarak aile ile el ele diz dize birkaç dakika daha fazla olabilmekti. ‘Dinsiz imansız’ ama sapına kadar inançlı pek çok genç insan, dini bayramları bu yüzden dört gözle beklerdi.

Adı hakikaten Nuri olan sesi güzellerden biri, koğuşta önce Selda’nın “bugün görüş günüdür”üyle başlardı... Baha, tüm suratını tıraş fırçasıyla bir güzel sabunlardı, yüzünü gerginleştirip güzelleştirmek için, çünkü her açık görüşte Suna mutlaka gelirdi. Yaş ortalaması şimdiki gibi ellilerde [altmışlarda!] değil, yirmi beşlerdeydi, dikkatinizi çekerim. Ve “yaş otuz beş yolun yarısı eder, Dante gibi ortasındayız ömrün” demek için, hâlâ on yıl kadar filan vardı; her ne kadar iddianame bugün yarın idam edilsinler buyurmuş olsa da, kim takardı! Komünün maişet derdiyle uğraşan Mehmet Üresin sabah kahvaltısına, idarenin verdiğine ilaveten mutlaka bir sürpriz katar, keyfimiz bir kat daha artardı...

Coplar inerdi kıçlarımıza. Görüş yerine koşarken, “koş lan kooooooooş!” diye bağırırdı zebaniler. Acılarımızı belli etmezdik. Görüşçülerimiz de acılarını belli etmezdi. Sarılır sarmaşırdık, sarmaşık olurduk. İşte bu duygular, lakin, okuyucuya hiç anlatılamazdı, sahiden mahrem duygulardı, yıllar geçse de paylaşılamazdı; paylaşınca mahcubiyetten mutlaka yüzler kızarır, gözler bir kez daha dolardı.

Biz bilmezdik, bize dinletilmesi yasaktı, ama o sıralar dışarıda Yeni Türkü bizler için yeni bir türkü yakmıştı, görüşçülerimiz mutlaka bilir ve mutlaka söylerdi:

ahhhhhhhhhhhh / geldiğimizde otlar yemyeşildi / ve kuzeydeydi güneş / kömür deposu boşaldı işte / mamak’a sonbahar geldi / güneş altında tutsaklar / geçen sonbahara bakıyorlar /
şirin mi şirin gecekondu evleri / samsun asfaltında otomobiller / ne güzeldir yollarda olmak şimdi / ne güzeldir yollarda olmak şimdi...

Bize yasak olan bu türküyü bilmezdik ama “bayram gelmiş neyime” türküsünü de biz kendimize yasaklamıştık.

Yüreğimize kan damlatmazdık o gün için; hayır sadece o gün için değil bütün günler, bütün haftalar, bütün aylar, bütün yıllar için. On yıl boyunca yaralarımızı sızlatmamalıydık, sızlatmazdık.

Yıllarca tutulduğumuz Mamak Askeri Cezaevi’ne 1980’li yıllarda ‘Cehennem’ adını vermişlerdi. Cehennemdi. Temerküz kampıydı. Ama kimsenin bilmediği bir başka gerçeğimiz vardı. Biz bu cehennem içinde ‘cennet’i yaratmayı ve kendi cennetimizde yaşamayı başarmıştık. Ömrümüzün önemli bir kesitini, bu cehennem içindeki cennette ürettik; vallahi de tüketmedik, ürettik. Elbette ‘mazoşist’ değildik ama mutluyduk. Sürekli isyan halindeydik... Zebanilerle sürekli dalga geçmekteydik... Hiç alta düşmedik. Onlar bizi cehennemde yaşattıklarını sanır, sevinirken, biz kendi cennetimizde yaşamayı sürdürdük yıllar boyunca...

Hiçbir anımız boşa gitmedi... Dolu dolu yaşadık; merakla, inatla... Bu ‘filmin’ sonunu tarifsiz merak ettik... Direnmek, merak etmektir. ‘Filmin’ sona erdiğini reddetmektir... Ve bizler hep gülerek merak ettik... Hayatımızda en çok gülebildiğimiz ve her şeye ve hatta yaptıkları eziyetlere bile gülebildiğimiz bir mekân oldu bu cezaevi. Bu cehennemde gülmek konuşmak sağa sola bakmak idare emriyle yasaktı. Ama biz asıl ağlamayı yasaklamıştık kendimize... Bu nedenle mi her şeye gülerdik? Hayır ama, gerçekten de dolu dolu gülerdik, bir sinir boşalması anlamında filan değil, keyifle gülerdik. Cehennemi kahkahalarımızla cennet yapardık... Tatlı yasaktı, kimi zaman, oturur tatlımızı da kendimiz yapardık; bisküvi ile yapılan Mamak tatlısını biz icat ettik ve biz meşhur ettik... Şiir kitabı yasaktı son yıllara dek, oturur şiirimizi kendimiz yazardık... Özgürlük? Özgürlük de yasaktı! Oturur kendimizi özgür kılardık; düşlerimizde, dışarıda olmadığımız denli özgür yaşardık.


Görüş yerinden dönerdik, hoparlörden verilen haberleri dinlerdik. Haberlerden aklımızda hiçbir şey kalmazdı. Ama haberlerin sonunda, “Seyir Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığından bildirilmiştir... Denizcilere ve Balıkçılara üç nolu bildiri” anonsuyla birlikte, keşişlemenin ya da poyrazın yelkenlerimizi dolduruşuna gelir, hülya denizlerinde özgürlüğümüzün seyrüseferine çıkardık.

Belki de hayallerimizde, kim bilir, yıllar sonra, yani yıllar sonraki bir köşe yazısında, BirGün gibi bir gazetenin okuyucusunun bayramını dahi kutlardık.