Erdoğan, 2004’te Dünya Gazeteciler Birliği’nin Genel Kurulu’nda Türkiye’nin AB hedefine kitlendiğini söylüyordu. Türkiye’nin AB’ye katılması “aklın yolu”ydu. Başmüzakereci Babacan Türkiye’nin AB ile aynı “değerleri” benimsediği söylüyordu. O “değerlerden” kasıt ise şimdilerde ayaklar altına alınan demokratik özgürlüklerdi

Bir İkiyüzlülük Hikâyesi: “Aklın Yolu”ndan “Eyy Batı’ya”

Batı ile aşk-nefret ilişkisi bu topraklardaki modernleşme serüveni kadar eski; imrenme ile küçümseme, öykünme ile kibir, ittifak ile düşmanlık arasında bir oradan bir buraya savrulan düşünceler ve hisler toplamı. Bu nedenle de Türkiye›deki her siyasi pozisyonun Batı ile kendine özgü bir “meselesi” ve “mesafesi” vardır. Bu “mesele” solda teorik bir çerçeveye, sağda ise tepkisel-duygusal bir düzleme oturur; “mesafe”nin boyutları ise pragmatik-oportünist bir siyasete tabidir. Politik krizin derinleştiği dönemlerde Batı karşıtı söylem bir dip akıntı olmaktan çıkarak kitlelere seslenme biçimi haline gelir. Kalıp-yargılar devreye sokulur; şiddet gösterilerine belirli oranda cevaz verilir. Buna rağmen genellikle işbaşındaki hükümetler, büyüttükleri öfkeyi belirli sınırlar içinde tutmaya gayret etmiştir. “Devlet adamlığı” biraz da doz ayarlama işidir. Zira kapitalist merkezler ile yürütülen dengesiz pazarlığın bir parçası olan salvolar, çok temelde sermayeyi ürkütmeyecek performanslardan ibarettir.

Sağın Batı Düşmanlığı
Türkiye’de sağ akımların Batı’yı kavrama biçimi tutarlılık değil reaksiyonerlik üzerine kuruludur. Sağın Batı düşmanlığı politik bir retorik olmanın ötesine geçmez. Çünkü anti-emperyalizm kisvesine büründürdükleri şey kuramsal altyapıdan yoksundur. İslamcı ve milliyetçi kalemler kapitalist ilişkileri ve Batı sermayesinin büyüme stratejilerini dikkate almadan sırf kültür/uygarlık “ayrımı” üzerinden sığ ve hamasi bir anti-emperyalist söylem üretmişlerdir. Solun metodik anti-emperyalizm tahliline ise düşmanca yaklaşmışlardır. Asıl hedefleri Batı’ya seslenmek değil, Soğuk Savaş refleksiyle kitleleri sağ siyasette tahkim etmektir. İslamcılar Batı eleştirilerini, cumhuriyet modernleşmesini yermek için araçsallaştırmıştır. Çoğu kez rejim ile kavgalarını monoblok gördükleri Batı imajı üzerinden gerçekleştirmişlerdir. Necip Fazıl’dan İsmet Özel’e İslamcı yazarlar Batı’yı kıyasıya eleştirirken hatta evrensel değerleri Batılı diyerek reddederken, 1950’den itibaren iktidarda olan sağ siyaset Batı ile ilişkilerde egemen güçler arası kar - zarar mantığını gözetip Batı sermayesinin taleplerini gerçekleştirmiştir.

AKP ve Batı Flörtü
Batı ile kavgasını siyasetinin merkezine koyan ve politik hasımlarını “Batı taklitçiliği” ile suçlayan Milli Görüş’ten, Avrupa ile bütünleşme iddiasını taşıdığını iddia eden AKP çıkınca kamuoyunda kısa süreli bir şaşkınlık hâkim olmuştu. Halbuki şaşırılacak bir şey yoktu. AKP, Milli Görüş’ün başarısızlığının arkasında Batı sermayesiyle dengeli ilişki kuramamasının yattığını fark etmişti. İlaveten, içeride yürüttüğü hegemonya mücadelesinde Batı desteğini almak zorundaydı. Öyle ki Erdoğan, 2004’te Dünya Gazeteciler Birliği’nin Genel Kurulu’nda Türkiye’nin AB hedefine kitlendiğini söylüyordu. Türkiye’nin AB’ye katılması “aklın yolu”ydu. Başmüzakereci Babacan Türkiye’nin AB ile aynı “değerleri” benimsediği söylüyordu. O “değerlerden” kasıt ise şimdilerde ayaklar altına alınan demokratik özgürlüklerdi. Bugün Batı’yı eleştirmekte yarışan AKP’liler o dönemde liberal destekçileriyle beraber cumhuriyetçi ve sol muhalifleri “beyhude bir Batı karşıtlığına” saplanmakla eleştiriyordu. “Ilımlı Müslümanların” AB konusundaki motivasyonu Batılıların da öve öve bitiremediği bir durumdu. AKP’nin kapatılma davasında imdada AB yetişmişti. Bu sürede Batı’ya bağımlılık artarken, sermaye grupları karlarını katladı. 2012-13’e kadar Batı ile iktidar arasında küçük krizler yaşansa da genel tavır çok değişmedi. Erdoğan kimi zaman ipleri gerdi fakat sonrasında gevşetmeyi de ihmal etmedi.

Ancak 2009 sonrasında germe, gevşetmenin ötesine geçmişti. Siyasi davalarla elini güçlendiren Erdoğan, Batı’nın desteğine artık daha az ihtiyaç duyuyordu. AKP’li Akdoğan, 2013 sonbaharında “Erdoğan ne batı karşıtlığı tezgahına düşer ne de endişe edip öyle olmadığını ispata çalışır» diye yazarken bir şeyler değişmeye başlamıştı. Gezi direnişi, Batı’ya “seslenme” bahsinde de dönüm noktası oldu. Demokratik ortaklar ifadesi yerini “faiz lobisi”ne bırakmıştı. AKP’liler kendilerini komplo teorilerine kaptırmış, Milli Görüş günlerini andıran demeçlere geri dönülmüştü. Artık hasımlarla mücadelede Batı’ya ihtiyaç yoktu! Kırılma ise 15 Temmuzda yaşandı.

Şimdinin Batı Karşıtlığı
2015 seçimlerini takip eden dönemde Saray’ın Batı karşıtı beyanatları sıklaştı ve yükselerek bugünkü noktaya geldi. Yaklaşık sekiz aydır pompalanan Batı karşıtlığının ise yeni rejim kurma heveslerine uygun, işlevsel bir yanı var. 15 Temmuz sonrasında darbe girişiminin dış güçlerin nezaretinde gerçekleştiği fikri, Batı nefretinin kitleselleşmesinde önemli rol oynadı. İktidar işlerin bu noktaya gelmesindeki rolünü unutturmak için bu tezi sonuna kadar kullandı. Türkiye’de gerçekleşen önceki askeri darbelerin ABD tarafından bilinip onaylandığı gerçeği de 15 Temmuz akabinde Batı karşıtlığı rüzgârının estirilmesinde şüphesiz etkiliydi.

Olağanüstü hal rejimi kurulur kurulmaz Batı karşıtlığına olan ihtiyaç iyiden iyiye arttı. İktidar blokunun Batı’dan gelecek demokrasi ve insan hakları eleştirilerine karşı toplumsal bir bariyer kurma planı yürürlükteydi artık. İşkence iddialarının, uluslararası örgütlerin hak ihlali raporlarının, referandum öncesinde yaşanan açık hukuksuzluklara işaret eden Venedik Komisyonu metninin iç kamuoyunda tartışılması böylece engellendi. Saray-AKP-Bahçeli üçlüsü, devlet eliyle yürütülen tasfiye politikasını Batı’dan eleştiren her sesi “terörle işbirliği” ithamıyla itibarsızlaştırmaya devam ediyor.

İktidar blokunun somut vaat ve kazanım üzerinden propaganda yapamamasından doğan açık, nicedir meydanlarda içi boş bir Batı karşıtlığıyla doldurulmak istenmekte. “Medeniyetler ittifakı” korosunun makam değiştirip “Haç ile Hilal savaşı” diskuruna başvurması boşuna değil. Saray ve çevresi sürekli savaş halinde olunduğu, «kurtuluş”un da Saray’a teslim olmaktan geçtiği mesajını kitlelere Batı’nın çelişkilerini sömürerek veriyor. Böylece iktidar blokunun “makbul millet” tanımını Sünni Müslümanlık özdeşleştirme stratejisi yenileniyor ayrıca «tüm Müslümanların hamisi» iddiası bilinçaltına nakşediliyor.
bir-ikiyuzluluk-hikayesi-aklin-yolu-ndan-eyy-bati-ya-264077-1.
Kürt coğrafyasındaki çatışmaların azalması, ortada “vesayetinden” şikayet edilecek bir yargı ya da ordunun kalmaması iktidarı yeni kolektif mağduriyet arayışlarına itti. Zaten her sıkışıldığında dört elle sarılınan kolektif mağduriyet miti olmadan Batı karşıtlığından siyasi güç devşirmek olası da değildi. Bu mit, iktidar blokuna biat edenlere sahte ve geçici bir motivasyon imkânı sunuyor. Kabataş fantezilerinin yerini “merminin namluya sürülme sesi” alıyor. Amaç safları sıkılaştırmak ve kararsızları etkilemek.

Tüm sağ aktörleri kendi şemsiyesi altında toplamak isteyen ama bunda başarılı olamayan iktidar bloku nefreti örgütleyerek sağ tabanı etkilemeye çalışıyor. Saray, Batı ile ilişkileri daha sıcak olan başta Gül olmak üzere eski AKP’li aktörleri de bu dalgayla sessizleştirme taktiğini uyguluyor. Öte yandan iktidar sol muhalefetin siyasi manevra alanını da kısıtlamak derdinde. Hem de iki farklı yolla. İlki, gündemi Batı nefretine sabitleyerek muhalefetin referandumun içeriğini konuşmaktan alıkoymak. İkincisi içi boş Batı karşıtlığını «milli politika» gibi göstererek ana muhalefetin kendi söylemine eklemlenmesini sağlamak. Meydanlara kulak veren biri 16 Nisan’da anayasa paketinin değil Batı’nın demokrasi standartlarının oylanacağını zanneder.

Yanlış Hesap
Saray, referandumu varlık yokluk sorununa indirgediğinden hata üzerine hata yapıyor; nefretin örgütlenmesinden medet umuyor. İktidarın tansiyonu düşürmekten yana olan isimleri dahi Saray’ın açıklamaları karşısında boşa düşüyor. “Doz ayarlama” ve “denetimli gerginlik” gibi bilinen taktiklerin çoktan dışına çıkılmış durumda. Bu nedenle sağ cenahın “makbul devlet adamlığı” sınırları da zorlanıyor. Saray’ın etrafında kümelenmiş devşirme aktörlerin ateşe körükle gitmesine bakmayın iktidar blokunun Batı’yı göçmenlerle tehdit etmesi orta ve uzun vadede ne dış politikada ne de iç politikada beklenen sonucu doğurur. Rusya ve İsrail örneklerini hatırlayan ve maliyet hesabı yapan birçok seçmen, reaksiyoner rüzgar dinince bu faturayı krizin sorumlularına keser. Avrupa’daki Türkler arasında Hayır seslerinin büyümesi ilk işaret.

15 yılda Batılı başkentlerde arzı endam edip iş bağlayan, işadamlarına aracılık eden, ülkenin en önemli kaynaklarını Batılı kapitalistlere peşkeş çeken, tescilli Müslüman karşıtı Trump’ın gözünün içine bakan iktidarın Batı eleştirilerinin tutarsızlığını yüzlerine vurmak sosyalistlerin, cumhuriyetçilerin vazifesidir.

Batı’nın çifte standardı ile gerçek bir hesaplaşma, AKP gibi varlığını Batı’nın emperyal politikalarına borçlu bir siyasi aktörün hamleleri ve Saray’ın hamasi nutuklarıyla gerçekleşemez. Bölge halklarının özgür iradesine saygı gösteren, tutarlı bir anti-emperyalist duruş sergileyen, onurlu bir dış politika, hem İslamofobinin hem de kof Batı düşmanlığının panzehiridir.