Kâbus gibi geçen iki haftadan sonra bir hayli toparlanmış olarak yazıyorum bu yazıyı. Şiddetli öksürüğün azaldığı, ateşin düştüğü, koku ve tat duygusunun yeniden yerine geldiği, sırt ve göğüs ağrısının bittiği noktadayım. Yaşama yeniden dönmenin gücünü bulmayı aynı dertten mustarip hastalar adına dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Çaresizlik duygusunun ölüme çok yaklaşan yoğun bakımlarda kıyasıya yaşandığı hissi içimi ürpertiyor.

Ankara’da soğuğun geceyi kuşattığı, karla karışık yağmurun çiselediği bir zaman aralığında, Devlet Hastanesi’nin bahçesinde kan tahlili sonuçlarını bekliyorum. Uzaktan bir çocuğun fersiz gözlerindeki acıya kapılıp gidiyorum. Evrensel gazetesinden Eylem Nazlıer, üç çocuklu Kayseri’den İstanbul’a göç etmiş genç bir çiftin yaşadıklarına mercek tutmuş. Bir çekyat, bir minder ve rutubet kokusu içindeki odada yaşanılanlara… Tuvalet kapısına perde gerilmiş. Çöplerden kağıt toplayarak geçinmeye çalışıyorlar; hatta çöpten topladıklarıyla besleniyorlar: “Tavuğu marketler tarihi geçince çöpe atıyor. Bir iki gün geçenleri alıyorum. Pişirip çocuklara veriyorum. Korkuyorum ama başka çarem yok” Bebek bezi mi? “Poşete bağlıyorum, üstüne de çabut çekiyorum” diyor bir anne. Konuşuyor mu? Sessiz bir çığlık mı atıyor, belli değil!

Bundan tam seksen yıl önce yazmış Sabahattin Ali “Ayran”ı. Öyküde Hasan, her yıl memeleri biraz daha kuruyan yaşlı keçisinden sağdığı sütle yoğurt yapar, yoğurtla da ayran. Onun küçücük dünyası, istasyonda ayran satmak ve aç kardeşlerini doyurmaktan ibarettir. Sıcak yaz günlerinde bol bol ayran satar Hasan. Ama kışın kara ayazında herkes yüz çevirir ona. Bir gün sattığı iki maşrapa ayranın parasını alamadan tren kalkar. Derken tipi bastırır. Hasan, karanlığa kalma pahasına akşam trenini bekler. Ancak trenin pencereleri açılmaz. Gecenin bastıran karanlığında kurt ulumaları arasında direnmeye çalışan çocuğun trajik sonu bellidir. Bir süre sonra aç kurtlar etrafını sarar. Evde onu bekleyen kardeşlerini de…

Erol Toy’un “Gözbağı”nda ise kentteki işçilerin dramı aktarılır. Hüseyin on sekiz yaşında işçiliğe başlamıştır. Her biri insanca yaşamın kapısını aralamak için didinir. İstanbul Tramvay İşçileri de en sonunda yasak olmasına rağmen iş bırakıp greve çıkar. Hüseyin bu süreçte yalnızca kendisinin değil dostlarının da aynı haklara sahip olması için mücadele edecek, yaşadıklarının sınıfsal bir temeli olduğunun ayrımına varacaktır. Kendisini grev kırıcı için ortak etmeye çalışan patronuna da, “Kendim için hiçbir şey, sınıfım için her şey istiyorum,” deme erdemini gösterecektir.

Orhan Kemal’in “Sarhoşlar” kitabındaki öykülerinde usta yazarlığının izlerini okurken karşımıza arka sokaklar, fabrikalar, işçi evleri, işçi semtleri, gecekondular, kahvehaneler, parklar, meyhaneler çıkar bir anda. “İş Adamı” öyküsünde yazdığı bir cümle kalbimizi delip geçer: “Ağzımdan lokmamı düşürdüm dostum, binaenaleyh, ne Allah, ne de günah!” Para yoksa hiçbir şey yoktur aslında: Ne Allah ne de günah” Tıpkı Brecht’in, “Önce ekmek gelir, sonra ahlak” deyişi gibi…

Yoksulluk yok ne zamandır yazılanlarda. Kimi siyasetçilerin, “Yoksulluk ortadan kalktı!” deyişine itibar edildiğinden mi? Bilinmez.

Son derece üst perdeden Yahya Kemal gibi, yoksulluğu bir meziyet haline getirip selam çakan edebiyatçılara da pek rastlanmıyor: “Kuru ekmekle beyaz peyniri lezzetle yiyen/Çeşmeden her su içişte şükür Allah’a diyen!” Belki de komik duruma düşmemek için böyle dizeler yazılmıyor artık!

Oysa bir devlet hastanesinin önünde o çocuk duruyor hâlâ. Soğuktan hırkasını ellerine çekmiş. Daha fazla üşümemek için koşuyor ortalıkta. Belli ki ya anası ya da babası korona illetine yakalanmış.