Çatışmaların en yoğun yaşandığı mahalleye girerken yaşlıca bir vatandaş Kürtçe birşeyler söyledi.

Şırnak il yönetiminden bize eşlik etmek için gelen bir partilimiz, ısrarım üzerine çevirdi söylediğini:

“Hiç mi hakkınız yoktu Cizre’de, niye daha önce gelmediniz?”

Ya da tam tersiydi:

“Cizre’nin sizde hiç mi hakkı yoktu, niye daha önce gelmediniz?”

Kürtçesini sordum bir arkadaşımdan:

“Çima berė nehatin Cizîr, qet heqė Cizîr cem we tune bu?”

“Cizîr, qet heqė Cizîr cem we tune bu, Çima berė nehatin Cizîr?”

Biraz ileride, yörenin estetik anlayışıyla özene bezene yapıldığı anlaşılan, ancak harabeye dönmüş, mavi mozaik kaplı bir binanın önünde durdum. Molozların üzerine oturmuş bir yurttaşımız:

“Biz düşman değildik ki!” dedi ağlayarak. Hem de ne ağlama, tüm denizler boşalıyor gözlerinden… Sanırım bana da “savcım” diye hitap etti.

biz-dusman-degildik-ki-119967-1.
Dönüşümüzü, PKK'nın bombalı araçla Emniyet Müdürlüğü lojmanına saldırdığı Nusaybin üzeri yaptık.

Görev yaptığım doksanlı yılların ortalarında bile görmediğim yıkım ve ölüm manzaralarını anlamlandırmaya çalışırken, bir arkadaşımın AKP'li bir profesörün yorumu üzerine attığı mesajları gördüm: “Mantık hiç bilmiyorlar, Ben sabah mantık çalıştım!”

Sanırım en çok ihtiyacımız olan şey, “mantık” şu sıralar. Gelecek kuşaklar “aklını yitirmiş bir toplum” nitelemesi yapacak bu dönemler için.

Ben ölümlerden, hak ihlallerinden, yanmış bedenlerden, bombalanan lojmanlardan, falan bahsetmeyeceğim çok fazla. Ölüm ve yaralanma, imha edilen patlayıcı, yıkılan ev, göç etmek zorunda kalanlara ilişkin istatistiklere de boğmayacağım yazıyı. Sadece şunu hatırlatayım bırakın; bu iç savaşın bilançosu, hatırı sayılır bir uluslararası savaşın bilançosu ile yarışmakta.

Ben herkesin bildiği ama mantık süzgecinden geçirerek sonuç çıkarmadığı bazı olguları hatırlatacağım.

Sırada Şırnak ve Nusaybin var. Yörede kamu görevlileri dahil herkes, özellikle Nusaybin’deki çatışmaların daha sert olacağını söylüyor.

Herkesin hemfikir olduğu bir başka husus, barikat ve hendeklerin arkasında, doksanlı yıllarda boşaltılan köylerden göçen ve terörle mücadele adı altında zulmedilen kuşağın çocuklarının olduğu. Şimdi harabeye dönmüş yerleşim yerlerinde de böyle bir kuşak yetişecek.

Özellikle Suriye'de kent savaşında tecrübe kazanmış deneyimli militanlar henüz yoğun bir şekilde çatışmalara girmiş değil. Çatışmalarda ölenler ağırlıklı olarak “çözüm sürecinde” eğitilen o yörelerin çocukları. Bu duygusal kopuş denilen olguyu güçlendiriyor.

Devlet, PKK'nın sıkıştığını, halk desteğinin neredeyse hiç olmadığını ve bu sıkışıklıktan çıkmak için insan hakları ihlali propagandası yaptığını düşünüyor.

Suriye’de kent savaşı, silah ve kadro bakımından güçlenmiş olan PKK, baharı bekliyor.

Bu koşullar altında Devlet de, PKK ve Kürt Hareketi de sıradaki kentin yerle bir olmasını bekliyor.

Yani yüzlerce PKK'lı, Asker, Polis sıranın kendisine gelmesini bekliyor.

Beklenmedik bir saldırı, mayın patlaması falan değil bu… Herkes biliyor ki, sıradaki yerleşim birimlerine operasyon başlayınca ölüm istatistikleri biraz daha artacak.

Ne devlet asker ve polis ölümlerini önemsiyor, ne de örgüt yöneticileri hendek ve barikatların arkasında ölenleri önemsiyor.

Tüm ülke tribünlerden tuttuğu takımı alkışlayan izleyiciler gibi dünya görüşüne uygun propagandayı alkışlıyor.

Nefret söyleminin düşmanlaştırmanın bini bir para.

Ama biliyoruz ki, yeni ölüm ve yıkım haberleri görüntüleri sıradaki kentlerden gelecek. Belki de sırada hava kuvvetlerinin devreye gireceği çatışmalar başlayacak.

Toplu akıl ve mantık yitimi bu olsa gerek.

Kürt Hareketi -eğer hedefinde bağımsız bir Kürt devleti yoksa- bu gidişin, halkların bir arada yaşamasını imkânsız hale getireceğini görmeli. Şiddeti sonlandırmak için ilk adımı atmalı. Lojmanlar, servisler patlatarak ne özerklik inşaa edilebilir ne de demokrasi.

Devlet ise geçmiş deneyimlerini, olumlu olumsuz birikimlerini hatırlayıp barışçıl çözümü esas almalı. Salt güvenlikçi yaklaşımını terk etmeli. Gözleri önünde tanklar tarafından -velev ki EYP'lerle- harabeye çevrilmiş evlerin, yanarak bir avuç kalmış cesetlerin kuşaklar üzerindeki etkisini düşünmeli. İlk iş olarak tüm toplumsal kesimlerin dahil olduğu bir diyalog grubuyla işe başlayabilir.

Ve İdil’de, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de hakkımız varsa, onların bizde hakkı varsa bu şiddeti ve yıkımı durduracak adımları atmalıyız.