Google Play Store
App Store

İliç’te yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindiğine dair özet sayılabilecek önceki yazımdan devam ediyorum.

Aradan geçen sürede duyarlı gazeteciler, siyasetçiler, bilim adamları ve meslek örgütleri vahşi madenciliğin nasıl işlediğine dair birçok skandalı ve sömürü mekanizmasını açığa çıkardılar.

Özetleyecek olursak:

Bilimsel verilerin fay hattı haritalarını değiştirecek kadar eğilip büküldüğünü,

Yerel halka etik ve hukuk dışı sözleşmeler imzalatıldığını,

Yerli siyaset, bürokrasi, taşeron ve işbirlikçilerden oluşan bir yağma ağının kurulduğunu,

Ekonomiye katkı bir yana, onsu 182 $’a üretilen altının bize onsu 1900 $’a satıldığını ve tam bir “soygun” mekanizması olduğunu, (2023 yılında Türkiye 25,7 milyar $ altın ithal etti. Bu miktar cari açığın yaklaşık % 60 ‘ı demek)

Yığın liç alanıyla ilgili defalarca uyarı olmasına rağmen önlem alınmadığını,

Denetim, ÇED ve projelendirme süreçlerinin tamamen göstermelik olduğunu,

Yargının nerede ise etkisiz eleman konumunda olup sürece hukuki bir kılıf geçirmekten başka bir işlevinin kalmadığını,

Tam da bu kırımlar olmasın diye örgütlenmiş varlık nedenleri bu olan bakanlıkların ve bürokrasinin adeta bu yağma mekanizmasının koruyucusu olduğunu,

Ekolojik mücadelenin parlamento içi muhalefetin önceliği olmadığını, en azından etkili ve sonuç alıcı hamleler yapmaktan geri durulduğunu öğrenmiş olduk.

Her biri bırakın bakanları iktidarları yerinden edecek bu rezilliklerin sorumluları, şimdi kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar.

Bu yaşananların güçlü bir madenlerin kamulaştırılması hareketine dönüştürülmesi gerek. Birincil görev tabii ki örgütlü yapılar ve siyasi partilerde.

∗∗

Gelelim yanlış iliklenen ilk düğmeye.

Türkiye etkin çevre mücadelesi ve siyanür gerçeği ile Bergama/Ovacık madeni sonrası tanıştı diyebiliriz. Hem köylüler hem de çevreciler fiili ve hukuki mücadele başlattılar. İdari yargıdaki süreç Danıştay’ın kararı doğrultusunda İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 1997 yılında verdiği “…ÇED ve bilirkişi raporlarında da öngörülen olası risk faktörleriyle çalışan ve bu riskin gerçekleşmesi halinde doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır kararı ile son buldu. Daha doğrusu bulması gerekirdi. Bu karar nedeniyle hiçbir madene de izin verilmemeliydi. Ancak TÜBİTAK’tan risk kalmadı diye rapor alan Başbakanlık mahkeme kararını yok sayarak bir “prensip kararı” ile ilgili bakanlıklara, madenin önündeki engelin kaldırılması yönünde emir verdi. (Av. Arif Ali Çangı’nın notlarından özet)

Söz konusu maden propagandalar, yürütmeyi durdurma kararları, idari yargı eksenli hukuk mücadelesi ve yargı kararlarının uygulanmaması tartışmaları arasında faaliyetini sürdürmeye devam etti. 2005 yılında Koza-İpek Holding bünyesine geçtikten sonra bünyelerindeki ve hükümet kontrolündeki medya aracılığı ile hem Yargı hem de başta TMMOB olmak üzere maden karşı olanlara dönük kampanyalar başladı. Artık manşetleri “Odalara da reform şart”, “meslek odalarında saltanat”, “yargı vesayeti” gibi başlıklar süslüyordu. Geniş kesimlerin rızasını almak için de her gün yeni bir altın rezervi keşfedildiği, altının bizi nasıl zenginleştirileceği, direnenlerin dış güçlerle bağlantılı oldukları servis ediliyordu. Demokrat parti iktidarı ile başlayıp 12 Eylül ve Özal’la önü açılan sömürü/yağma düzeni AKP/Cemaat koalisyonunda tamamen “serbestleşmiş” oldu. 2010 Referandumu sonrası hukukun fethedilmesinin ana dinamiğinin de bu sömürüyü derinleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.

∗∗

O süreci Demokrat Yargı adına yürüten Orhangazi Ertekin’in kitabından tekrar alıntılayayım: “...Bence bu seçim (2010 HSYK seçimi) çok önemli ve kritiktir. Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak. Geçmiş iktidarlar, bankaları, medyayı, büyük şirketleriyle bir yolsuzluk ekonomisi yarattı. Tüm bunlardan hesap sorulması gerekiyor. HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız.” Bu sözler HSYK seçimlerini kazanan ekipten bir kıdemli yargıca ait sözler!

Artık yargımız kamu yararını gözetmekten çok sermayeyi kollayan, iktidarın ajandasına göre pozisyon alan, meslek odalarını ve direnenleri bozguncu olarak gören bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda.

Çok daha fazla detay yazılabilir ama bizi İliç eko-kırımı ve emekçi katliamına getiren sürecin idari yargı ve çevre mücadelesi anlamında yanlış iliklenen ilk düğmesi Bergama’dır diyebiliriz. Yıkım süreci hukuk devletinin geriletilmesi ve yargının fethedilmesi sürecine paralel işledi.

Sonraki yazımda ceza hukuku yönünden değerlendirmeye çalışacağım.