Vahşi Madenciliğin Kırmızı Pazartesisi - 3: Uyuşma ve Unut(tur)ma
13 Şubat 2024 tarihinde İliç/Çöpler Altın Madeni’nde meydana gelen emekçi ve çevre kırımının üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçti. Aradan geçen sürede siyanürlü toprak yığını altında kalan 9 emekçinin bedenlerine halen ulaşılamadı. Çevre bakanının “10 milyon metreküplük bir toprak kitlesi var. Bunu elimizde imkan olsa ve kaldırmaya kalksak 400.000 kamyona ihtiyacımız var” açıklaması göz önünde bulundurulursa yakın bir zamanda bedenlere ulaşılmasının “şansa” kaldığı anlaşılacaktır. Kaldı ki İ.Ü Akademisyenlerinin hazırladığı bilimsel rapor kayan siyanürlü toprağın 20 milyon tondan fazla olduğunu gösteriyor. Halen aramalarda 150 (evet yazıyla yüzelli!)civarında kamyonun kullanıldığı ve günde en fazla 70 bin ton toprağın taşındığına bakarak işin ne kadar “ciddiye” alındığını anlayabiliriz!
Aynı “ciddiyetin!” eko-kırım bakımından da gösterildiğine emin olabiliriz! Taşınan siyanür ve ağır metallerle yüklü toprak, zemin geçirgenliği konusunda yeterli önlemin alınmadığı anlaşılan bir mermer ocağına boşaltılıyor. Bu hızla gidilirse, zaten dere yatağı zeminine kaymış toprağın kirletici etkilerinin yeraltı sularına, Fırat’a ve HES Barajına ulaşması kaçınılmaz.
Özetle 13 Şubat günündeki durumla mukayese edildiğinde eko-kırım ve emekçi kırımı olanca ağırlığı ile orta yerde duruyor. Yazı başlığındaki benzetmeyle “upuzun bir kırmızı pazartesi” yaşanıyor.
Peki, ne oldu da özellikle siyasi gündemden düştü bu felaket. Aynen 13 Şubat öncesindeki gibi bir avuç çevreci, hukukçu ve yurtseverin çabalarına terkedildi. Yaşanan, örneklerini defalarca gördüğümüz “uyuşma ve unut(tur)ma” sürecidir. Vahşi/sömürge madenciliğin yağma düzenine dönük tepkiler ana akım siyasetin ve hukukun şefkatli göğsünde yumuşatılıp taca atıldı. Şefkat dediysem tabii ki sermayeye, hukuki ve siyasi sorumlulara dönük bir şefkat bu!
GERÇEK YÜZÜ AÇIĞA ÇIKACAK
Yerel seçim gündemi denilebilir. Oysa siyasallaştırılmış, kitleselleştirilmiş bir çevre hareketi ve kamulaştırma baskısı yerel seçimlerde de -özellikle artık genel seçim havasında gidilen koşullarda- muhalefeti güçlendirecektir. İdeolojik söylemini millilik/yerlilik safsatasına dayandırıp muhalefeti “dıj güçlere” bağlayan iktidar blokunun, yağmacı ve işbirlikçi gerçek yüzünü açığa çıkaracaktır.
Kuşkusuz bu “unut(tur)ma ve uyuşma” yerel seçim gündemi ile açıklanamaz. Öncelikle ana akım muhalif hareketler sermaye ile güncellenmiş ve sahici olarak, ideolojik/fiili bir hesaplaşmaya girmiyor, giremiyor. Kadroları da buna eğilimli değil. Böyle olunca serinin ilk yazısında belirtmeye çalıştığım mekanizmaları kullanmakta mahir olan sermaye “muhalif” siyaseti parmağında oynatıyor. Bu konudaki eleştirilerime defalarca kez şu cevap verilmiştir: ama bize sermaye düşmanı derler!
Bir diğer gerekçe artık dilimize pelesenk olan “siyasetsizlik”. Partilerin karar vericilerinin kafalarında kurguladıkları muhayyel bir seçmeni referans alarak o seçmenin beklentilerine göre pozisyon almaları. Siyasetin dönüştürücü ve ikna edici fonksiyonunu göz ardı etmeleri. İliç örneğinde olduğu gibi insan sağlığını, çevreyi ve gıda güvenliğini ilgilendiren, bu haliyle her kimlikten yurttaşa ulaşılabilecek bir çevre mücadelesi siyasetin gündeminde üste taşınmıyor. “Alıcısı” yok diye düşünülüyor. Oysa verili güç ve çıkar ilişkileri başlı başına güçlü bir politik, ideolojik ve sınıfsal tutuma denk düşer. Bu alanı siyasetsizlikle boşalttığınızda mevcut ilişkileri yeniden üretirsiniz.
Bu kısmı uzattım. Söz verdiğim üzere İliç eko-kırımı ve emekçi kırımını ceza hukuku yönünden kısaca değerlendireyim. Öncelikle henüz soruşturmaya dair çok az şey bildiğimiz için tespitlerim kısa ve hukuken tartışmalı olacaktır. 9 madencinin yaşamını yitirmesi “birden fazla kişinin olası kastla öldürülmesi” suçunu (TCK 21/2, 81) oluşturur. Önceden yapılan uyarılar, şikâyetler, apaçık ihmaller göz önünde bulundurulduğunda “suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğinin öngörmesine rağmen” fiilin işlendiği anlaşılıyor. Bu suç TCK ya göre 20 yıldan 25 yıla kadar hapis cezasını gerektirmektedir. Her bir ölüm için ayrı ceza verilip verilmeyeceği ayrıca tartışılmalı. Soma davasında Yargıtay, ilk kararında olası kast ve her bir ölüm için ayrı cezalandırma yönünde karar vermiş ancak daha sonra Yargıtay Başsavcılığının itirazı zerine bilinçli taksir ve zincirleme suç hükümleri uygulanarak 12 yıl 6 aydan 20 yıla kadar cezalar vermişti.
YETER Kİ BU SARMALDAN ÇIKILSIN
Ayrıca genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması, çevrenin kasten kirletilmesi, görevi kötüye kullanma gibi suçlar da gündeme gelebilecektir.
Tam burada iki şeye dikkat çekmek isterim. Soruşturma nedeniyle tutuklanan 8 kişinin alt kademe çalışanlar olduğu anlaşılıyor. Özellikle sorumlu yöneticinin ABD’den dönmediği iddia ediliyor. Eğer böyle ise bu kadar vahim bir suçun sorumlusunun ABD’den iadesinin istenerek soruşturmaya dahil edilmesi gerekir. Gene Soma Davası’ndan örnek verecek olursak madeni işleten firmanın Yönetim Kurulu başkanı en ağır cezayı (20 yıl) almıştı. Ancak İliç’teki soruşturmaya yöneticilerin dahil edildiğine dair bir bilgi henüz kamu oyuna yansımadı.
Gene özellikle ÇED olumlu ve gerekli değil kararı veren, denetimleri ihmal eden kamu görevlileri de yargı önüne çıkarılmalıdır. İlgili bakanlar hakkında meclis harekete geçirilmeye çalışılmalıdır. Daha önce verilen takipsizlik kararları yeni elde edilen deliller çerçevesinde ele alınarak etkin ve adil bir soruşturma yürütülmeli. Cezasızlık pratiğinin İliç faciasını da yutmasına izin vermemek gerek.
Bunlar yapılır mı? Yapılması sağlanabilir. Yeter ki uyuşma ve unutma sarmalından çıkılsın.