Charkes Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” romanında “Bastille” hapisanesinde suçsuz yere on sekiz yılını geçirdikten sonra, eski dostunun yardımı ile kurtulan Dr. Manette’in kızına kavuşması, Londra yolculuğu ve bu esnada yaşanan Fransız Devrimi’nin hayatlarına etkileri anlatılır. Mazlumların zalime, zalimlerin ise mazluma nasıl dönüştüğünü tüylerimizi diken diken ederek okurken, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik ya da ölüm” çığlıklarının sonrasında devrim umudunu taşıyanların bir bir giyotine gönderilmelerinin acısını yaşarız. Bir toplumun geçiş dönemi, umudun bir rüzgar gibi tersine dönüşü gözler önüne serilir. Kimi zaman toplumlarda geçiş önemleri uzun sürer. Kan, gözyaşı ve acı yaşamların sıradan öyküsüne dönüşür. Tarih, öldürüleceğini bile bile yaşamdan yana olanları yazar, bir yandan da. Tıpkı memleketimde olduğu gibi.

17 Haziran 1980. Nevşehir. Sabah bir adam erken kalkar. Beyaz ütülü gömleğini giyer. Kıravatını takar. Karısının hazırladığı kahvaltı masasına oturur. Küçük kızı Aylin kucağına gelir; sofradaki hemen her şeyi bıcır bıcır tek tek sayar: Çatal, bıçak, tabak, tuz. Adamın adı: Zeki Tekiner’dir. Avukattır. Köylülerin dostu, dert ortağıdır. Eski CHP milletvekili ve il başkanı olmanın ötesinde bir halk önderidir. DİSK’in avukatlığını yaparken sadece işçilerin değil emekçi memurların, özellikle aydın, demokrat ve Atatürkçü öğretmenlerin davalarına hiçbir ücret almadan bakmıştır. Gece gündüz demeden nerede bir köylünün başı sıkışsa ya da birileri haksızlığa uğrasa yanına ve yardımına koşmasıyla tanınmaktadır. Bozkırın ortasında, bağnazlığın ve ilkel milliyetçiliğin kalelerinden olan bir ilde aydınlanmadan yanadır. Cumhuriyet değerlerinin halka doğru anlatılması için canı pahasına mücadele etmiş ve halkın gönlünde haklı yer edinmiş bir hukuk ve siyaset insanıdır. Parada ve makamda gözü yoktur. Öyle ki 1977 seçimlerinde halihazırda milletvekili ve seçilmesi garanti olduğu halde cezaevinde bulunan CHP Nevşehir İl başkanı Mustafa Bilgin’i cezaevinden kurtarabilmek için adaylıktan feragat eder.

Üstelik 11 Şubat günü kendisine ateş açılmış, bu saldırıdan yaralı olarak kurtulmuştur. Yarası henüz kapanmıştır. Ödenecek bedel canıysa bundan yana korkusu yoktur. Mikis Theodorakis, “Direnme Günlüğü” adını verdiği anı kitabına, “Tehdit artıyor,” diyerek başlar ya... Tehdidin artması bir olgudur, evet! Ama sabırla kendi öldürümünü beklemek tevekkül işi değildir!

O gün, evden çıkar, gittiği şehir merkezindeki bakkal dükkanında ona yeniden ateş açılır. Bu defa kendisine siper olmak isteyen CHP İl Yöneticisi Yavuz Yükselbaba’dır. Yavuz Yükselbaba, onurluca kendi yaşamını bir kanaat önderini korumak adına feda eder. Ama gözlerini kapatırken amacına ulaşamamış, Zeki Tekiner de oracıkta can vermiştir.

Cenaze töreni ise birilerine Nevşehir’de yuvalanma için büyük bir fırsat olarak kullanılır. CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit yanında yüze yakın milletvekiliyle cenaze törenine katılır. Üzerlerine ateş açılır, pek çok yaralı vardır. Tabuta on üç kurşun isabet eder, cenaze Türk bayrağına sarılı halde yarım saate yakın yerde kalır. Bu arbedede Bülent Ecevit bağırıyordur: “Vurun! Beni de vurun, kalleşler!” Nevşehir Valisi olaylardan cenazeye katılanları sorumlu tutar. Zeki Tekiner gencecik bir eş, en büyüğü on bir, en küçüğü iki yaşında olan üç çocuk bıraktır ardında. Peki adı hiç anılmayan Yavuz Yükselbaba? Onun da üç çocuğu vardır ardında. Tekiner ve onun gibi öldürülen aydınların anmalarına bile izin verilmediği yıllar birbirini izler.

Bu sırada Tekiner ailesi Nevşehir’den ayrılmak zorunda kalır ve Ankara’ya yerleşir. Aradan yirmi koca yıl geçer. Zeki Tekiner’in oğlu Bülent Tekiner, Nevşehir’e bir gittiğinde Yavuz Yükselbaba’nın ailesini sorar. Sonunda oğlu Oğuz’a ulaşır. Yıllar sonra iki aile acıyla sarılır birbirine. Ardından Oğuz Ankara’ya gelir. Ve bir yaz akşamı yıldızlı bir göğün altında bir masada buluşuruz, hep birlikte. Ben konuşurum Oğuz dinler, Oğuz konuşur Bülent dinler. Böyle geçer zaman.

İki yıl önce bu ülkede yine bir cenaze konvoyu sırasında linç girişimi meydana gelir. Bu defa Zeki Tekiner’in cezanesinde dönemin CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in maruz kaldığının benzerini yine CHP Genel Başkanı olarak Kemal Kılıçdaroğlu yaşar. Hem de tam otuz dokuz yıl sonra…

Aradan geçen süre içinde Orta Anadolu’da düşünce ikliminin neden var olamadığı sorusu üzerine düşünmek; “Ne yazık ki, Orta Anadolu’yu aydınlığa kavuşturacak kanaat önderlerinin bir bir öldürüldüğünün” altını çizmek gerekiyor, Zeki Tekiner ve Yavuz Yükselbaba nezdinde. Bugünkü çölleşmenin sorumlusu yalnızca ona tetiği çekenler değil öldürüm emrini verenlerdir de…

Bunca yıl sonra onların doğup büyüdüğü Ürgüp’ün türküsü siyah beyaz fotoğraflarına nasıl da yakışıyor: “Cemalım Cemalım aslan Cemalım/ Al kanlar içinde kaldın Cemalım/ Al kana boyanmış don ile yelek / Bize nasip değil ecelnen ölmek!”