Mustafa’yı otuz yıl öncesinden, üniversitedeki body building salonundan tanırım. Spor insanların birbirlerini konuşmadan tanımasını sağlar. Ben Mustafa’yı tanıdıkça sevdim ve saydım, “Taşrada beyni yıkanmış, saf bir Anadolu çocuğu. Bir gün mutlaka sosyalist olacak” diye düşünürdüm. O da belki benim hakkımda, “Bir gün mutlaka bizden biri olacak” diye düşünmüştür. Şu ana kadar ikimiz de yanıldık.

İki binlerin başında beraber çalıştığımız bir proje olmuştu. O sırada meşhur bir Alevi ozandan bağlama dersleri alıyordu. Toplantı ne kadar önemli olursa olsun, saati gelince bağlamasını kapıp koşarak derse yetiştiğini anımsıyorum. Bu çok hoşuma giderdi.

***

Geçen ay Uykusuz Dergisi’nin kapağında görünce, bir de baktım bizim Mustafa Şen, Erdoğan’ın yardımcısı olmuş. Üstüne göçmen karşıtlarına karşı bir tweet atmış: “Madem göçmen istemiyorsunuz, geri dönüş ilk göçenlerden başlasın.” Tweet bir sosyal medya lincine dönüştü. Kılıçdaroğlu bile sözü kürsüye taşıdı. Ahali saldırdı: Bu toprakları namusuyla fetheden bir milleti, savaştan kaçıp nargile içen soysuzlara bir tutan bir şahıs nasıl böyle bir makama gelebilirdi?

Muhalif bir vatandaş linç yediğinde soluğu Silivri’de alır, AKP’liler linç yediklerinde soluk alma hızları bile değişmez. Muhalife kurt olan savcı, iktidara kuzu gibidir. Buna rağmen Mustafa Şen öyle kitlesel bir linç yedi ki, o kalabalığa katılıp bir tekme de ben atsam kimse görmezdi. Ama bir anda aklıma doksanların başında devrimci gençlerin dağıttığı bir bildiri geldi: “Fetih gibi ışıltılı sözlerle başka halkların üzerine çökmekle övünen faşistler, ülkelerine sığınan peşmergeleri Nazi söylemleriyle aşağılayacak kadar da ikiyüzlüdür.”

***

Musafa Şen’in Tweet’i, üniversitedeki devrimci bildirgeyle neredeyse aynıydı. Bu durumda ona atacağım tekme, gençliğime de isabet etmez miydi? Peki, ‘fetih törenleri’nde duygulanan body building arkadaşım, bugün niye böyle şeyler söylüyordu?

Şen’in yardım ettiği Erdoğan’ın, Bulgaristan gelen göçmenlere karşı “Siz gelirseniz biz ne yiyeceğiz?” diye veryansın ettiği konuşması en çok paylaşılan videolardan. Gelişmiş bir ülkeden gelen iyi eğitimli birkaç yüz bin kişiye karşı “yemek hesabı” yapan Erdoğan’ın, okuma yazma bile bilmeyen milyonlarca yoksul insana açtığı kucak bir kişisel gelişim gerçeği olarak yorumlanabilir mi? Konu gerçeklerse her şey olabilir.

***

Tartışmalı herhangi bir konuyu ele alalım. Örneğin Dersim Katliamı… Farklı düşünen taraflar, her nedense tam da kendi tezlerine uygun delillerle makaleler yazarlar. Bazen öyle olur ki, “Bu kişi bu delileri okuduğu için mi bu kanaate ulaştı, yoksa zaten kanaati buydu da, delilleri ona göre mi eliyor ve yorumluyor?” diye düşünürüm.

Yaygın bir söyleme göre Dersim Katliamı’ndan Atatürk ve İnönü sorumludur, bunun birçok delili vardır. Bir başka yaygın söyleme göre, işin çığırından çıktığı 1938 yılında İnönü öldürüleceği korkusuyla evinden, Atatürk hastalık nedeniyle yatağından çıkamazken katliam bütünüyle Celal Bayar’ın emirleriyle yapılmıştır.

***

1915 Ermeniler için soykırım demek. Türk tezine göre, “Emperyalistler tarafından ağır silahlarla donatılmış işbirlikçi unsurların vatan sathından sürülmesi.”
Resmi Türk tezi “Tehcir olmasa Türkiye diye bir şey de olmazdı” diyor. Her iki tez de “gerçek” ve her ikisi binlerce delille sunuluyor. Hangisini okumaya başlarsanız, o odaya giriyorsunuz. İşin ilginci, bu odaların ses yalıtımı hep mükemmel oluyor.

30 Ağustos Türk için zafer, Yunan için hezimet. Biraz daha deşersen, Rumlar İngiliz silahlarıyla donatılıyor ve Yunan ana karasından gelen ordu Anadolu Rum köylüleriyle güçleniyor. Bu bir ihanet hareketi mi, yoksa Ermenilere olanları gören Rum köylülerinin ölüm kalım mücadelesi mi? Hangisi gerçek?

***

Türkiye’ye gelen sığınmacılar içinde ülkeyi kaosa sürükleyecek milisler olduğu bir gerçek ama ezici çoğunluğun denizden çıkmış balık gibi çırpınan, ezilen, horlanan, dışlanan insanlar olduğu da bir gerçek.

Uzlaşma mide bulandırıcı bir sözcük olabilir. İki gerçeğin uzlaşması yeni bir gerçek yaratmaktan başka işe yaramaz. Gerçek güç dengesi gözeten bir kaypaktır. İngiliz milleti “gerçek”e “real” diyor… Bi de “hakikat” var, o da “truth”. Genellikle iki sözcüğü karıştırıyoruz ve büyük bir hata yapıyoruz.

Gerçek milyonlarca olabilir, hakikat bir tane.

Maldoror bir çocuğa fısıldıyor: “Yeterince katillik ve hırsızlık yaparsan elde ettiğin güçle seni aziz ilan edecek bir kilise satın alabilirsin.”

Gerçek “duruma göre” değişebilir, dün bunu diyen yarın başkasını söyleyebilir. Hakikat değişmez ve uzlaşmaz. Gerçek borsaya kotedir, hakikati satın alacak kadar para kimsede yok.

***

Hakikat sonsuz uzay boşluğundaki mavi topta, kelebek kadar ömür yaşadığımız. Hakikat sonradan uydurma tüm efsanelerin ötesinde ve öncesinde çırılçıplak insanlar olmamız. Gerçek söylem, hakikat eylem. Gerçek korunmaya muhtaç bir yüreksiz, hakikatin hiç tükenmeyen kara bir ciğeri var. Hakikat saraydaki hırsızın kâbusu, zindandaki mahkûmun yaşam enerjisi.

Spinoza ne “tanrı” der, ne de “doğa”, her zaman “tanrı veya doğa” der. Ahenk ve kaos sanılanın aksine aynı şey ve hakikat bu mutlak şeyin merkezi.
Hakikati aramayı hiç unutmamak gerek. Bu bizi değiştirmese bile dünyayı değiştirebilir.

Gerisi body building.