Sorun deyince artık başına niteleme sıfatı koymaya, “Kürt sorunu” diye iki kelimeyle yazmaya gerek duymadığımız günlerde...

Sorun deyince artık başına niteleme sıfatı koymaya, “Kürt sorunu” diye iki kelimeyle yazmaya gerek duymadığımız günlerde yaşıyoruz. Acaba kısaca KS desek edepsiz olur muyuz?
Önce sorun yok sayıldı. “Sözde Kürt sorunu” denildi ve hatta bu yok saymaya “sözde vatandaşlar” ibaresi dâhil edildi. (Bunun mucidinin de şimdilerin demokrasi havarisi eski genelkurmay başkanı Hilmi Özkök olması ilginçti!) Sonra ve nihayet Kürt sorunu kabul edildi. “PKK/terör sorunu” ile Kürt sorununu ayırt edelim denildi, deniliyor. (Ancak Kürtlerin çoğunluğunun gözünde bu ayırım da bir sorundu ve sorundur!)
Öyle karanlık süreçlerden geçtik ki, Kürt sorununun “kabul edilmesi” dahi çözüm için atılan bir adım sayıldı. Gelinen noktadaki “çözüm” şimdilik böyle...  Ama çözüm, sadece “böyle” kabul edilince de… Çözümün kendisi de bir sorun oldu!
Sorun unutuldu, çözüm tartışılıyor ve tartışılırken çözüm de sorun haline getiriliyor. Soruna bakmadan, çözüm üretiliyor. Çünkü çözümler, karşı karşıya gelmiş halde birbiriyle dövüşüyor.
Her iki taraftan farklı çözüm yolları var. Hepsi de sorunun ancak bir kısmını çözebilen, yani çözemeyen, yani bir birine zıt gibi görünen çözüm önerileri… Oysa belki de hepsi bir araya getirildiğinde bir anlam ve kabul edilebilirlik taşıyacak. Çünkü her iki taraf da çözümün mevcut düzen çerçevesinde olmasını kabul ediyor. Yani böyle bir çerçevede çözümün taraflardan birinin “kabul edilmez” gördüğü yönleri de içermesi ve zıt yönleriyle birlikte formüle edilmesi mümkün ve “sakıncalı” değil. “Sözde Kürt sorunu” lafı saçmaydı. Şimdi “sözde Kürt çözümü” lafı maalesef bir gerçek. Çünkü eller tetikteyken şimdi çözüm (ler) sadece sözde, dilde kalıyor.
Peki devlet cenahındaki çözümden başlayalım. Yani PKK ve Kürt sorununu ayırt edelim. Ve hatta PKK’yi yok sayalım! Devletin Kürt realitesini kültürel ve ekonomik boyutuyla kabul ettiği düzlemin ötesinde, siyasal düzlemde, bu sefer DTP faktörü var. DTP son derece meşru… Partiler Kanununa göre kurulmuş, Anayasayı ihlal etmiyor. Bölücülüğü savunmuyor. Seçilmiş, mecliste grup kurmuş. Yani tam da devletin ve rejimin çözüm platformunda. (Tek itirazınız “devletin tanımladığı suçu ve suçluyu övmek fiili” olabilir.) Daha ne yapsın? DTP’nin beğenmediğiniz fikirlerini elbette eleştirin, hatta dikkate almayın. Buna da kabul. Ama insaf edin. Barış için uzattığı el sürekli havada kalsa bile Ahmet Türk, üniter devletten yana olduğunu vurguluyor ve şunu ekliyor: “Biz, on yedi bin faili meçhul dahil her şeyi unutmaya hazırız.”  Bu siyasetçi açıkça “Geleceğe bakalım” diyor, yani Doğan Tılıç’ın sözünü ettiği “gelecek yönelimli kimlik inşasına” bir tuğla koyuyor.
Yetmedi mi? Selahattin Demirtaş devam ediyor: “Bizim demokratik özerklik projemiz, etnik esasa dayalı bir yerel yönetim modeli değil. Bölgelerin kendi ihtiyacına, idari yapısına, demokratik özerkliklerine, adem-i merkeziyete (yerinden yönetim) dayalı bir yapılanma modelidir. Ayrıca sadece Kürtler için değil, Doğu-Güneydoğu için değil, bütün Türkiye’nin tamamında bir idari yapılanma olmalı. Yoksa Türkiye’nin doğusunda özerk yapı olacak, geri kalanı merkezi sistem, bu Türkiye açısından çözüm değil... Türkiye’de herhangi bir etnik kimliğin diğer etnik kimliklerden kendini ayrıştırmaya yönelik bir talebi olursa... Veya kendi örgütsel modelini işte Kürt parlamentosu gibi, öne çıkarmayı düşünürse bu etnik bir çatışmaya gider.”
Daha ne desinler?  Ama, mesela, Fikret Bila, Milliyet’teki köşesinden, “DTP güneydoğu özerk olsun diyor” şeklinde yazmayı sürdürüyor. Bu tür dezenformasyon ile barış nasıl gelsin, çözüm nasıl bulunsun?
Gerçekten de, herkesin kıyısından kenarından düzeltip mutabık kalabileceği bir çözüm, mevcut düzende hiç zor değil. Hem de İlker Başbuğ’un referans gösterdiği Peter Drucker’in çizdiği bir çerçevede: Mahalli idareler kanunu, yerel yönetim anlayışında bir değişiklik…
Şubat 2008’de şöyle yazmıştım: Şurası da bir gerçek ki “yerinden yönetim” kapitalist sistemde özellikle 1950’lerden sonra epey itibar kazanmaya başladı. Bu yıllarda mesela Peter Drucker adlı bir iktisatçı yerinden yönetim usulüne yeni bir anlam yüklemişti. Buna göre, çok uluslu ve tekelci sermaye şirketleri kendi bünyelerindeki dinamik alt şirketler sayesinde daha hızlı büyüme imkânlarına sahip olabilirlerdi. Bu yöndeki bir tercih kamu yönetiminde de yankısını bulmakta gecikmedi. 1985 yılında Strazburg’da imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi ile yerel yönetimlerin merkezi otoriteden özerkliği garanti altına alındı ve 1993 yılında Maastricht Antlaşmasında da yerinden yönetim (subsidiarity) kavramı Avrupa Birliği hukukunun temel kavramlarından biri haline geldi.
Kaldı ki, şimdi tartışılan türden çözümler yolunda önemli açılımlar daha önceki, belki de yıllar önceki demek lazım, CHP raporlarında da vardı. Hiç olmazsa, CHP söyleyince “iyi”, DTP söyleyince “bölücü” denmesin. Üstelik Paşalar dahi emekli olunca özeleştiri yapıyor ve benzer şeyleri söyleyebiliyor…
Yani demem şu ki, çözümden sorun yaratma konusunda üstümüze yoktur. Mesela uzun kelimeleri kolayca söyleyebilmenin çözümü olarak bunların baş harflerini söylemek tercih edilir. Adalet ve Kalkınma Partisi yerine AKP demek gibi. Başbakan, kısaca AKP demek “çözümünü” bir sorun haline sokmuş ve böyle diyenleri edepsizlikle suçlamıştır. Şimdi… İlla ki, “Acaba neden bize edepsiz dedi?” sorusunun cevabını düşünmeyi de akla getirmiştir. Aslında böyle bir şey akla gelince, her Türk ve Kürt erkeği fazla düşünmeden bunun cevabını bulur; “a” ile başlayan edepsiz kelimenin ve “k” ile başlayan edepsiz fiilin ne olduğunu bilir ve kolaylıkla bu iki kelimenin temsil ettiği isim ve fiilin sonuna da “partisi” eklemesini yapabilir. Peki bu, çözüm müdür?