Toplumsal hayatın, en ilgi çekici sosyolojik özeti insanın, kendisi olarak; yani hali, dili ve kimliğiyle yaşamasıdır. Bu sosyal/kültürel hal, çoğu kez sınıfsal farklılaşmalardan daha etkili olmuş; toplulukların kendisi olarak yaşama çabası bazı durumlarda ağır toplumsal trajedilerle bitmiştir. Nitekim modern devletlerin kimlik deneyimleri büyük kitlesel kıyımlarla yüklüdür.

Türkiye’nin tecrübesi dünyadaki bu genel eğilimden muaf olmamıştır. Cumhuriyet’in ilanı ile yeni rejim, siyasal yönelimini modernleşme/batılılaşma olarak netleştirse de Türkiye, Batı’daki örneklerden farklı olarak bir köy toplumuydu. Cumhuriyetin ilanından dört yıl sonra bile toplam nüfusun yaklaşık yüzde 80’i köylülerden oluşuyordu. Dolayısıyla inançsal/etnik kimliklere dair tecrübelerin mekânları da esas olarak köylerdi.

Cumhuriyet modernleşmesi, kimlikler alanını, hakim/resmi kimlik dışında örtük hale getiren bir politik çizgi işlemişti. Bu politik tercih, farklı kimliklerden söz etmeyi adeta imkansız hale getiren bir dizi yasal düzenleme de yapmıştı. Böylece örtük alanda kalan tüm kimlik kesimleri, zaman içinde zorunlu/gönüllü hâkim kimliğe dahil olmak zorunda kalacaklardı. Tam anlamıyla asimilasyona mecbur bırakan siyasal/ toplumsal bir ortam inşa edilmişti.

Bu yeni politika doğrultusunda çıkarılan ve toplumsal/kültürel alanı düzenleyen yasalardan birisi de 442 sayılı Köy Kanunu idi. Cumhuriyetin ilanından sadece birkaç ay sonra, 18 Mart 1924’te çıkarılan ve 97 maddeden oluşan kanun nüfusun yüzde 80’inin yaşadığı alanı, ilişkileri ve hayatı düzenliyordu. Daha önemlisi iki hafta öncesinde kurulan Diyanet İşleri Vekaleti ile somutlaşmış yeni rejimin Müslüman/Sünni kimlik tercihi, Köy Kanununa serpiştirilmiş bazı maddelerden de okunabiliyordu.

Kanunun 12. maddesi ‘köye ait işleri ikiye ayırıyordu: Mecburi olan işler ve köylünün isteğine bağlı olan işler. Mecburi İşler 37 maddede sıralanmıştı. ‘Sıtmaya yol açtığı için su birikintilerini kurutmak, köye içilecek su getirmek, çeşme yapmak, hela yapmak, evlerin etrafı ve köy sokaklarını temiz tutmak, köyün bir başından öbür başına iki yol yapmak, köyün orta yerinde meydan açmak, köy odası yapmak, misafir odası yapmak, mektep yapmak, mezarlık çevresini ağaçlandırmak vb. Liste uzayıp gidiyordu.

Kanuna göre köylünün mecburi işlerinden birisi de ‘köyde bir mescit yapmak’tı. İnanç mekanı olarak sadece Mescit’e yer verilmiş ve yapımı da köylülerin mecburi görevi sayılmıştı. Yanı sıra görevli köy imamına da şimdiye kadar ne veriliyorsa gene aynı şekilde İhtiyar Meclisi vasıtasıyla toplanıp verilecekti.

Köylüler mecburi işlerin bir kısmına katılmak istemezlerse ne olurdu? Kanuna göre “mecburi işleri yapmayan köylüden İhtiyar Meclisinin kararıyla, haline göre bir kuruştan yüz kuruşa kadar ceza alınır, ceza parasını vermeyenlerden evvelki ceza iki kat olarak alınırdı. Yine ödemezse muhtarlık, nahiye müdürlüğü, kaymakamlık ve valiliğin dahil olduğu bir mekanizma ile ‘mecburi işlere’ katılmayan köylünün ‘lazım olandan gayrı ev eşyası satılır, bu yetmezse, tarla, bağ ve bahçeleri satılır, cezası tahsil edilirdi.

1927 yılı resmi verilerine göre köylerde yaşayan ve yaklaşık yüzde 80 oranında olan bu nüfus içinde Müslüman olmayan kimlikler olduğu gibi, İslam içinde tanımlanan Aleviler de vardı. Üstelik Aleviler nüfusun yaklaşık 1/5’ini oluşturuyordu ve büyük bir bölümü Sunni Müslüman kesimle birlikte aynı köylerde yaşıyorlardı. Mescit, bu kesimin inançlarıyla doğrudan ilgili bir mekan değildi. Ama kanun, onlara da Mescit yapma mecburiyeti getiriyordu. Muafiyet yoktu.

Uygulamada bir dizi dramatik sonuca yol açan bu Köy Kanuna göre Cumhuriyet, inanç alanını sadece bir kimliğe göre düzenlemişti. Zira rejimin yeni politikası, Müslüman olmayan kimlik gruplarını olduğu gibi Alevileri de görünmez kılma üzerine kuruluydu. Bu politikanın gereği ve aracı olarak herkes ama özellikle Aleviler, Müslümanlık ortak tahayyülünden bir Sünni topluluk olarak addediliyordu. Diyanet İşleri Vekaleti ile başlayan bu politikanın devamı da gelecekti.