Mahkemeler… Bombalar… Yangınlar… Ölümler… Şu son dönemde olup bitenler karşısında topluca asabımızın bozulduğu aşikâr. Asap bozukluğu aynı zamanda, toplumsal düzlemde...

Mahkemeler… Bombalar… Yangınlar… Ölümler… Şu son dönemde olup bitenler karşısında topluca asabımızın bozulduğu aşikâr. Asap bozukluğu aynı zamanda, toplumsal düzlemde bir nevi ‘kişilik bölünmesi’ de yaratıyor desek, acaba doğru bir teşhis koymuş olur muyuz, bilemiyorum. Gerçi böyle bir özellik tam da toplumsal genetiğimizden (tarihsel ve yapısal özelliklerimizden) kaynaklanıyor. Hep aralarda bir yerlerde kala kalmışız ya… Doğu ile Batı… İslam ile laiklik… Demokrasi ve diktatörlük…

İşte bu toplumsal ve bireysel bölünmüşlüklerimizde gerçek hayat ile sanrılar, tahayyüller (senaryolar) birbirine karışıyor. Mesela, birazdan değineceğim, Başbakan ‘Atatürkçü’ olduğunu ilan ediveriyor. Cem Boyner müsveddesi liberaller AKP’de demokrasi cengâverliği keşfediyor ve üstüne bir de solculuk konusunda ahkâm kesebiliyor. Laikliğin kalesi görülen Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hukuksal işlem değil de ince siyaset yaptığı söyleniyor ve üstelik bu tutumu da alkışlanıyor. Ergenekon  davası üzerinden derin devlet ve bu arada siyasi İslamcılık dahi aklanmaya çalışılıyor. Adeta zaman-mekân ve olaylarda topyekûn bir parçalanma, bir iç içe geçmişlik haliyle yaşayıp gidiyoruz işte… Bütün bu toplumsal kişilik bölünmeleri, parçalanmışlık hali ise sanki gerçekliğin kendisiymiş gibi algılanabiliyor ya da böyle yutturuluyor. Sahi bu arada, ‘halkımız’ bu türden kişilik bölünmesinin adına hiç gocunmadan, ‘kafayı yemek’ demiyor mu?

Şimdi söyleyeceğim şeyin bu teşhisimle elbette hiçbir alakası yok… Birkaç gün önce Tayyip Erdoğan AYM kararına bakıp, “yolumuz Atatürk’ün yoludur” dedi. Böyle deyince de, inanmazsınız ama, ona hak verdim. Çünkü bir işe koyulduysan, mutlaka yol- yordam bileceksin! Bu memlekette önemli hamlelerin yolunu yordamını, yani bunların ancak gıdım gıdım yapılabileceğini öğrenmiş olacaksın!

Mesela daha 1920 yılında, Meclisin kurulduğu sıralarda, siyaseten bugünküne benzer bir sıkıntı, bir bölünmüşlük vardı. Rejim değişecekti ama biraz sabır gerekti. O günlerde de İslamcılar ve laikler arasında bir çekişme söz konusuydu. Saltanat yanlısı ve İslamcı olmak meşruydu ve bunu ifade etmek de kolaydı, ama cumhuriyet yanlısı ve laik olduğunu söylemek zordu ve hatta mümkün değildi. Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları bu ikinci cenahta yer alıyorlardı ve epey temkinliydiler. Nitekim Mustafa Kemal bu dönemdeki pozisyonunu aynen şöyle ifade etmişti:

“Biz fikrimizi açıkça söylemeyi sakıncalı buluyorduk. Ancak bu fikri elverişli bir zamanda uygulayabilmek için saltanat taraftarlarının fikirlerini uygulama alanından uzaklaştırmak zorundaydık… Devletin yönetimini cumhuriyetten bahsetmeksizin, ulusun egemenliği temelinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekilde yoğunlaştırmaya çalışıyorduk.” (Nutuk III,  s. 838-839)

Sonuç olarak Mustafa Kemal ve arkadaşları bu Meclis’te Cumhuriyeti ilan edilebildiler  ama anayasaya da “resmi din İslam’dır” diye yazmaya mecbur kaldılar. 1924 – 29 arasında toplumda dinin etkisini azaltan girişimler anlamında, reformları (inkılapları) teker teker ve zamana yayarak yapabildiler ve anayasadaki bu din hükmü de ancak 1928 yılında kaldırılabildi. Ve bundan tam dokuz yıl sonra, 1937 yılında laiklik maddesi anayasaya girebildi..

Demem şudur ki, Tayyip Erdoğan bu memlekette işlerin nasıl yürütüleceğini öğrenmiş olsa gerektir ve bu yüzden “yolumuz Atatürk’ün yoludur” derken, belli bir ‘yordamdan’ söz etmektedir. Söylediği, kıssadan hissedir. Dersini almış da ediyor ezberdir. Başbakan’ınki katiyen kişilik bölünmesi değildir.

Ama kişilik bölünmesi teşhisi toplumsal ve siyasal düzlemde elbette geçerlidir. Çünkü tablo ortadadır: Hukuken ‘laiklik karşıtı bir odak’ olduğu ilan edilen bir parti siyaseten laik bir ülkeyi yönetiyor. Aynı zamanda AKP’nin icraatı da mahkemenin çizdiği kırmızı çizgilere hapsediliyor. İki taraf da rakibinin elini, gücünü biliyor ve ona göre oynuyor. Adeta karşılıklı rehin alma durumu söz konusu. Ya da geçici ve nispi bir denge… Ama bu da hemen ve her an bir ‘dehşet dengesi’ne dönüşemez mi? Çünkü bu dengenin kurulmasını mecbur kılan faktörler arasında, AB, ABD (İran), Kürtler, ekonomik kriz ihtimalinin yer aldığı biliniyor. İşte bunlardan birisi öyle bir patlama noktasına gelebilir ki, haldeki iki parçalı bölünmenin yerini paramparça bir tablo alabilir. Yani… Kafayı yememek elde değil. Ama varsın öyle olsun! Madem devrimcilik bir nevi çılgınlıktır, bu düzeni de zaten kafayı yiyenler değiştirebilir.