Saldırıyorlar. Ama aslında savunmadalar. Kendi statükolarını canhıraş savunuyorlar. Çünkü iktidardalar. İktidarlarını muhafaza

Saldırıyorlar. Ama aslında savunmadalar. Kendi statükolarını canhıraş savunuyorlar. Çünkü iktidardalar. İktidarlarını muhafaza etmek istiyorlar, bu yüzden iki kat muhafazakârlar. Aralarından kimileri belki eskiden liberaldi, şimdi sadece çakma liberal olabiliyorlar. Sadece önlerine gelene çakmasını biliyorlar. Psikolojileri bozuldu. Saldırganlar. Ve her agresif yaratık gibi akıl izan bunlarda da uçtu gitti. Önlerine her çıkana, her eleştiri yöneltene “Ergenekoncu, darbeci” yaftası yapıştıran bu güruha, mesela tek başına Nuray Mert’in ayna tutması bile yetti. Çünkü bu aynada, kendi sivilliklerindeki darbeciyi-despotu gördüler ve çığlık çığlığa perdeyi yıktılar, siyaset sahnesini viran ettiler. Artık birer Karagöz, Hacivat ve Pişekâr’dırlar.
Sivil vesayet, sivil darbe, totaliterlik gündemde... Malum, bu tür konularda ciddi bir tartışma kelimelerle değil kavramlarla yapılır. Mesela vesayet (tutelage) kavramını ilk kez Maurice Duverger, Walter F. Weiker gibi siyaset bilimciler kullanmıştır; bunların çözümlemelerine katılıp katılmamak ayrı bir şey, ama bu tartışmayı vesayet “kavramıyla” değil de, vesayet “kelimesinin” sözlük anlamına bakarak yaparsanız, sadece komik olursunuz! Karagöz (A. Altan) böyle yaptı, bize vesayet kelimesinin tanımını yaptı ve “sivil vesayet” olmaz deyip sorunu çözdü. Hacivat (M. Türköne) ise Karagöz’ün açığını kapatmak istercesine önce kavramsal bir tartışma yaptı, ama ardından o da bu kez “darbe”nin kelime anlamını öğretti, meğer bu kelime de “darp” kelimesinden geliyormuş! Bunu da öğrendik. Bu komiklikler sürerken Pişekâr da sahne almaz mı? Tanımazdım, okumazdım; Ekşi Sözlükçülerin yalancısıyım, “çakma Engin Ardıç” olarak bilinirmiş ve adı da A. Kekeç’miş. İşte bu Kekeç de “Eşek Oğlum” diye başlık attığı yazısında, tartışmayı çözdü bitirdi:
“Eski (tek parti dönemi) anayasalarında, ‘egemenliği’ düzenleyen madde şu şekildeydi: ‘Hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk milletinindir. Türk milleti hâkimiyetini Meclis eliyle kullanır.’ Bu hüküm, 1961’de değiştirildi. Nedeni şuydu. İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler, seçim mekanizmasını kullanarak iktidara gelmiş, bir daha da gitmemişlerdi... Meclis’te çoğunluğu oluşturdukları için, ‘egemenlik hakkını’ kötüye kullanmış, buradan da faşizme gitmişlerdi. Buna tedbir olarak (‘ikinci büyük yıkım’dan sonra) Avrupa parlamentoları ‘egemenlik’ konusunu yeniden düzenlediler ve ‘kayıt altına’ aldılar. Benzeri bir durum bizde de yaşandı... Menderes’i ‘diktatörlükle’ suçlayan 60 konvansiyonu, darbeden sonra hazırladığı anayasada, ‘istikbaldeki faşizmi’ önlemek için ‘egemenlik’ meselesini (Batı parlamentolarından kopya çekerek) yeniden düzenledi ve şu şekle soktu: ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir. Türk milleti egemenliğini yetkili organlar eliyle kullanır...’ Dikkatini çekerim: Meclis değil, ‘yetkili organlar...’ Bu organlar, Danıştay’dır, Yargıtay’dır, Anayasa Mahkemesi’dir, üniversitelerdir, basındır, ordudur, sivil toplum örgütleridir... Çoğalt çoğaltabildiğin kadar... Hulasası şu: Parlamento eliyle faşizm olmaz. Meclis’te çoğunluğu ele geçiren hiçbir parti, hiçbir lider, ... istese de ‘dikta’ kuramaz... Bu konuda yeterli ‘yasal ve anayasal güvenceye’ sahibiz.”
Sahiden sahip miyiz? İyi de, Meclis dışındaki “yetkili organlar” ne durumda?
Bir: Üniversitelere iktidar (ve cemaat) tarafından el kondu, geçmiş olsun.
İki: Basının yüzde 75’i iktidarın ve cemaatin kontrolü altındadır, basın iktidara boyun eğdiği sürece özgürdür.
Üç: Ordu, eller yukarı vaziyettedir; siz hâlâ ABD desteklemediği sürece ordunun darbe yapabileceğine inanıyor musunuz?
Dört: Sivil toplum örgütlerinden söz ederken de, belli ki dalga geçiyorlar. Ortada matah bulunan tek örgütlenme biçimi cemaat türü örgütlenmedir. Sivil cemaatler eliyle sivil cemiyet (toplum) oluşturmayı demokrasi diye yutturuyorlar. (Belki de sivil vesayet tam da böyle bir şey!) İşçi sendikaları hükümetin hedef tahtasında... Başbakan sadece işçilere değil, TMMOB’de örgütlenen mühendislere, TTB’de direnen doktorlara, KESK’te örgütlenen kamu çalışanlarına, eczacılara her gün fırça çekmiyor mu? Toplumsal muhalefetin her biçiminin canına okunmuyor mu?
Beş: Yargı... Şu anda zaten ikiye bölünmüş haldedir. Yakında bunu da tamamen ele geçirecekler gibi... Anayasa Mahkemesi’nden, Danıştay’dan son derece gıcık kapıyorlar. Adına “yargı reformu” diyecekler ve ilk fırsatta Anayasa’yı da bunları devre dışı bırakacak şekilde değiştirecekler.
Pişekar, “dikta olmaz” diyor ama, bu beş maddeye bakınca... Olur olur, bal gibi olur! Hem tam da Kekeç’in çizdiği çerçevede olur. Belki o da zaten aba altından sopa gösteriyordur.
Hadi gel be Kekeç, bir ortasını bulalım. Hadi be hacı! Bari “demokratik faşizmi” kabul et...