17 Ağustos 1999 Marmara Depremi’nin üzerinden 21 yıl geçmiş. O gün sabah Adapazarı’nda, akşam da Yalova’daydım. Felakete tanıklık etmek dediğimiz türden bir gündü benim için. Hem depremin mağdurlarından biri hem de toplumları ve kültürlerini anlamaya çalışan bir sosyolog olarak. Depremin hemen ardından dikkatimi çeken iki önemli toplumsal pratik vardı. Bunlardan birisi dışarıdan gelen toplumsal dayanışma girişimleriydi. Daha ilk saatlerden itibaren deprem bölgelerine bir tür yardım akını başlamıştı. Diğeri ise içeriden yükselen dini söylem ve edimlerdi ki sadece camilerde değil, kent meydanlarında da katılımı yüksek dini etkinlikler yapılmaktaydı. Bütün bu toplumsal edimlere karşılık, devlet refleksi henüz görünür değildi.

Devletler ve toplumların depremlere yönelik tepkileri kendine has bazı özellikler göstermiştir. Buna Deprem Kültürü diyoruz. Toplumların refleksi genellikle deprem sonrasında görünür olurken, devletlerin tepkisinin depremden önce ve sonra görünür olması beklenir.

1999 Marmara Depremi’nden önce olduğu gibi sonrasında da Türkiye’de çok depremler oldu ve bir kısmı yakıcı izler bıraktı. Her defasında devletin ve toplulukların deprem refleksinin kendine özgü nitelikleri yeniden kendini gösterdi. Toplulukların geliştirdiği kültürel tutunma stratejileri ile devletin, deprem hasarlarını en aza indirme stratejileri arasında daima mesafeler oldu. Bizde sistem politikaları genellikle toplulukların tutunma stratejilerine eklemlendi ve hatta sistemin kendisi bir tür dini topluluk gibi hareket etti.

Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir elbette. Ancak her ülkede sistemler ve toplulukların depreme karşı geliştirdikleri stratejilerde bizdeki gibi bir korelasyon yoktur. Bu bağlamda farklı ülkelerin deprem kültürlerine ve devlet stratejilerine bakmak sosyoloji açısından ilgi çekicidir.

Bu ilginin bir örneği olarak 2018’de Japonya’da, Osaka International Üniversitesi’nde yapılan workshopu hatırlıyorum. Osaka’da üç deprem ülkesinin deneyimlerini ve deprem kültürlerini tartışmak için buluşmuştuk. Prof. Dr. Takashi Sasima Japonya’yı, Prof. Dr. Toshiaki Kimura Endonozya’yı ve ben de Türkiye’yi anlatmaya çalışmıştık. Üç ülke de gelenekçi oldukları için toplumsal pratiklerinde paralellikler vardı. Yine de Japonya’da devletin belirleyici aktör olduğu ve toplumsal edimlerin de ona eklemlendiği bir süreç işlerken Türkiye ve Endenozya’da sosyal edimler devletten daha aktifti ve hatta devlet yöneticileri de dini toplumsal etkinliklerde yer alıyor; hep birlikte ‘bir daha böyle felaketlerin yaşanmaması’ için dua ediyorlardı.

Depremin, yarattığı tahribatın üstesinden gelmek için kendi içinde motive edici dini pratikler elbette çok değerlidir. Bu sosyolojik bir vak’a. Ne var ki bu durum, yeni depremlerin oluşmasını engelleyemez. Bu da hem sosyolojinin hem de doğa bilimlerinin gösterdiği başka bir vak’adır. Türkiye depremden sonra toplumsal dayanışma ve tutunma stratejileri konusunda deneyimleri olan bir ülkedir. Muazzam bir dayanışma kültürü var bu toplumda ve aslında bu toplumun her türlü iktisadi krize rağmen ayakta durmasının nedeni de budur. Ama sistemin depremle ilgili geliştirdiği politikalar oldukça gevşek ve sorunludur. Hatta depreme karşı mücadele söylemiyle geliştirdiği kentsel dönüşüm pratikleri bile depremin olası zararlarını azaltan değil, arttıran bir işlev görmüştür. Zira deprem toplanma alanları bile imara açılmış ve şehirler beton yığınına dönüştürülmüştür.

Şimdi olası yeni depremleri ve telaffuzu bile ürpertici etkilerini konuşuyoruz. Bu alanın bilim insanları adeta haykırıyor fakat ‘boşluğa konuştuklarını’ düşünüyorlar. Sosyal Bilim alanından baktığımızda da durum budur aslında. Ciddi tahribatlar yaşamış bir deprem ülkesi olduğu halde Türkiye’de (Adapazarı’daki zayıf örnek dışında) bir Deprem Müzesi bile yoktur. Yani deprem ülkesiyiz ama deprem hafızamız yok. Olsaydı Türkiye son yirmi yılda bu denli kötü şehircilik deneyimini yaşamazdı. Deprembilimcilerin sesine, Sosyal Bilimcilerin sesini de ekleyerek söylemeliyim: Türkiye’nin radikal bir deprem politikasına ihtiyacı var.