Muhalefet “bu iş bitti, iktidar devri yakında” diyedursun, iki cephede savaşmak istemeyen Erdoğan son büyük raunt için dışarıda ve içeride farklı taktikler izleyerek yığınak yapıyor. Son 4-5 aylık diplomasi trafiğine bakan herhangi biri, Erdoğan’ın bilhassa Suriye iç savaşından itibaren belirginleştirdiği düşman kazanarak ayakta kalma stratejisini kısmen değiştirmek üzere olduğunu görebilir.


Saray rejimi, askeri kuvvet ve taşeron silahlı örgütler üzerinden dış politika yürütmeyi diplomatik araçlara üstün tutmuştu. Doğu Akdeniz’den Kuzey Afrika’ya, Kafkaslardan Ortadoğu’ya birçok netameli meselede tansiyonu düşüren değil bizzat yükselten taraf olmayı seçmişti. Bunların bir kısmında kendince “başarı” kazanırken, çoğunda sonuç Türkiye ve bölgede bu çizgiden taktik gereği uzaklaşırmış gibi yapıyor. Erdoğan’ın şubattaki BAE ziyareti, martta İsrail Cumhurbaşkanı ile yaptığı görüşme, Kaşıkçı cinayeti kozundan vazgeçmesi ve akabinde Suudi Arabistan’da veliaht prensle kucaklaşması… Bunlara Mısır ile yakınlaşmayı, Ermenistan ile “normalleşme” turlarını ve en önemlisi Rusya’nın Ukrayna işgalinin başından bu yana izlenen “dengeli tutumu” da eklemek gerek.

***

Erdoğan dışarıda yalnızca kendisine seçim öncesi kullanılacak maddi kaynak aramıyor, aynı zamanda neoliberal küreselleşmenin krizinde debelenen kapitalist dünya için hâlâ “riskli ama en bilindik seçenek” olduğunu göstermeye çalışıyor. Tek fark bunu 2002’de olduğu gibi “liberal değerler” ve “Ilımlı İslam” ile ambalajlamak zorunda hissetmemesi. Ülke içinde muhaliflere yönelik izlediği bastırma politikasının kapitalist-emperyalist merkezlerde gerçek manada dert edilmediğini defalarca deneyimleyen iktidar, Brüksel’i ya da Strasburg’u zerre kadar önemsemiyor. Duruşmaları izleyen diplomatların, insan hakları aktivistlerinin mesaisinden Demirtaş, Kavala ya da Gezi davalarına dair olumlu bir etki doğmaması bundan.

Kavala ve Gezi Davası kararlarının ne anlama geldiğini bilmeyen yok. Mevcut tablonun Gezi’den rövanş almak ya da safları sıkılaştırmak ile açıklanacak bir durum olmadığı hepimizin malumu. İktidar seçime nasıl gideceğinin, hangi mekanizmaları hayata geçireceğinin sinyalini Gezi kararıyla bir kez daha ilân etti. Üstelik karar, İmamoğlu’na YSK üyelerine hakaret iddiasıyla 4 yıl hapis istendiği, İBB’yi hedef alan kumpasların sıklaştığı, provokasyon kokusu hissedilen bombaların peşi sıra patlatıldığı, sosyal medya sansürünün kapıda olduğu bir zaman diliminde geldi.

***

Gezi, yalnızca 2013’teki bir isyan olmadığını, etkisinin ne denli uzun soluklu olduğunu karar sonrasında iktidar cenahında yaşanan sarsıntıyla bir kez daha göstermiş oldu. Ne de olsa Gezi’nin hafızası iktidar blokunun yumuşak karnı. O gün AKP karşısında duran ama şimdi iktidar blokunun içinde yer alan Numan Kurtulmuş’tan Perinçek ve Bahçeli’ye kadar birçok politik aktör Gezi’nin unutulup gitmesini çokça istemiştir muhtemelen. Akıllara ve vicdana durgunluk veren mahkeme kararıyla da olsa Gezi’nin yeniden gündemde olması, bugün muhalefetin parçası olan Babacan ya da Davutoğlu’nun da pek hoşuna gitmiyordur. Aksi olsa, kararı kınamanın ötesinde dava henüz sürerken net bir pozisyon alırlardı.

Erdoğan’ın Gezi kararıyla “içeride muharebe” mesajı verdiğini anlayan Kılıçdaroğlu ve Akşener rest çekti, Gezi’yi savundu. Hatta Akşener, 1908 Devrimi’ne selam göndererek “kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” dahi dedi. Cumhuriyetçilerin, sosyalistlerin, ilericilerin tarihi sloganını sahiplendi. Bu meydan okuma, önümüzdeki sürecin muhalefet açısından bir varlık-yokluk mücadelesi olarak görüldüğünün bir sinyali ise şu ana kadar yapılandan daha fazlasının yapılması gerektiği aşikâr. Yok yalnızca, öfkeli yurttaşları teskin edecek bir retorik ise kaybeden yalnızca muhalefet değil, ülkedeki milyonlarca insan olur.

***

Gezi’de, Hayır mücadelesinde, Adalet Yürüyüşü’nde, 1 Mayıslarda sokakları, meydanları dolduran milyonlar… Hepsi özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve adalet aşkıyla büyük bedeller ödedi. Hayallerini ve umutlarını 6’lı masaya terk etmeyecek kadar çok şey öğrendi yaşadıklarından. O yüzden boş yere “heyecanlanmak” istemiyorlar. “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet” sloganının altını ideolojik olarak anti-emperyalizm ve laiklikle, örgütsel olarak geniş halk kitlelerinin katılımını mümkün kılacak bir yapı ile doldurmadan, yani solun ve cumhuriyetçilerin güçlü sesi katılmadan halktan yana bir neticenin ortaya çıkmayacağını artık tüm Meclis muhalefetinin anlaması gerekiyor.