Doğan Tılıç otomobilini park edecek. Çift sıra araçlarla iyice daralmış bir Ankara sokağındayız, sanırım Bahçelievler civarı bir yer. Park edeceği yer o kadar dar ki, büyük olasılıkla beceremeyecek. Akademisyenlerin kıtıpiyoz şoförler olacağına dair kaynağı belirsiz bir inancım var, bu nedenle Doğan’ın birkaç denemeden sonra vazgeçeceğine eminim. Hatta telaşla park etmiş araçlardan birkaçına çarpabilir veya sinirlenip tozu dumana katarak kaçabilir. Şov başlıyor…

Cebimizdeki sosyal medya aygıtları bizi sürekli “şimdiki zaman”a linkliyor. Bu gerçekten harika bir şey mi? Yirminci yüzyılın tüm anti ütopya klasiklerinde yazılan bir geleceği yaşıyor olabilir miyiz? Böyle toplumlarda herkes topu gelişine vurur; karnı doymuşsa, sütlaç da dolaptaysa mis. Çok tekrarlanan bir sözle: “Gerisi beni alakadar etmez.”

Tanpıran’ın küçümsemesinin aksine Cumhuriyet, saatlerini ayarlayan milyonlarca insan yetiştirdi. Bu insanların çalışkanlığı ve emeği Türkiye’yi bir Almanya yapmaya yetmedi belki ama bir Irak da olmadık.

***

Düzenli işlerde çalışan, bilime ve sanata dayalı üretimlerde ustalaşan kitleler sürekli sınavlara girerler. Bir iş sahibi olsalar dahi veriye ve analize muhtaçtırlar. Verimlilik raporları, mevzuatlar ve kanunlar arasındaki dar alanda rekabet etmek ve ayakta kalabilmek için geçmişten dersler çıkartmak ve geleceği planlamak hayati önem taşır. Onlar planla, programla; geçmiş ve gelecekle kafayı bozmuşken, mesleği olmayan, gelişine vuran, “yarına Allah kerim” diyen bir başka grup tarafından merakla izlenirler. Eğitimli grubun gücü fazla olduğu sürece, diğer grubu yönetmek, eğitmek veya en azından dizginlemek mümkün olabilir. Ama nüfusun çok hızlı arttığı toplumlarda ipin ucu hızla kaçar.

Yirminci yüzyıla “aşı yüzyılı” diyenler de var. 1900’lü yılların başında ortalama yaşam beklentisi otuz yıl bile değilken, bugün dünya genelinde seksen yaşlara ulaştık. Bilim insan ömrünü uzattı, gıdayı daha ulaşılabilir hale getirdi. Bir insanı yetiştirmek bir fasulyeyi yetiştirmekten hayli zor olduğu için, nüfusun artış hızı toplumun eğitilme hızının önüne geçti.

***

Ona kıyasla kara cahil sayılacağım için, Doğan Tılıç’ın park etme gayretini cahillere özgü bir sevinçle izlemeye hazırlanıyordum. Dünyaca tanınmış bir profesör olabilirdi ama arabasını bu dar yere park edemeyecekti. Arkadaki araçlardaki öfkeli sürücüler kornalarına basarken, Doğan mahçup bir ifadeyle “Beceremedim Ateş, sen park et gözünü seveyim, herkese rezil olduk.” diyecekti. İşte o zaman Doğan’a “Çık dışarı, çık” diye hafif tiksiniyormuş gibi bakacak ve bir tamirci çırağının doğal ustalığı ile aracı bir anda yerleştirecektim. Otomobilden çıktığımda çevredeki tüm akademisyenler, tüm enteller, tüm solcular, tüm zenginler mahcup mahcup yere bakarken, karşıdaki manav, arkadaki taksici, kahvedeki bitirim ve kuafördeki manikürcü muazzam bir sınıf kardeşliği ile beni selamlayacaktı ve hep beraber kucaklaşırken haykıracaktık: “Erdoğan, Erdoğan, Erdoğan…”

Bazı şeyler oluverirdi, buna engel olmaya lüzum yoktu. Evimizi kamu arazisinde yapıversek ne çıkardı? Üste bir kat da ilave atıversek dünya mı batardı? Bizim oğlanı bir devlet dairesinde işe alıverseler bir yerleri mi eksilirdi? Zengin çocukları işe gireceğine bizim çocuklarımızın iş sahibi olmasının nesi kötüydü?

***

Kural, sınav, liyakat, geçmiş ve gelecek bir tarafa geçti; alengir, torpil, hemşericilik ve şimdiki zaman bir tarafa. İlk grubun sözcüsü Hacivat oldu, ikinci grubun sözcüsü Karagöz… Hacivat “yapamazsın” dedi, Karagöz “yaparım”… Karagöz, Hacivat’ı dövdü ve yapılmaz deneni yaptı. Seyirciler kahkahaya boğuldu.

Erdoğan için tüm “ortaklar” taktik önem taşıyor olabilir ama bir ortağı var ki, ilk günden beri yanında: Şimdiki zaman.

AKP, büyük kentlere yığılmış, yaşam mücadelesi veren “an”ı yaşamaktan başka şansı olmayan yoksulların partisi olarak doğdu. Kısa sürede fark edildi ki, rakip de “an”a esir edilirse yıllarca iktidarda kalınabilir. Bu nedenle her gün yeni bir icat çıkartıldı. Biri bitmeden diğeri başladı. Ona ah, buna vah derken bir baktık ki, bu kızgınlık ve karşıtlık hali karakterimiz olmuş. Bu nedenle sosyologlar “biz”e“ endişeli modernler” dediler. Bu “biz” kümesi içinde birbirinden çok farklı kişiler (solcular, CHPliler, zenginler, patronlar, mühendisler, doktorlar, veganlar, yogacılar veya öğretmenler) tuhaf biçimde bir araya geldiler. Neticede hepimiz aynıydık: Bu ülkenin milli ve manevi değerlerini benimsememiş, iki koyun güdemeyecek kadar beceriksiz, tuzu kuru elitler.

AKP’nin bu tezini inandırıcı kılmak, sadece AKP seçmenini değil, muhalif seçmeni de oyuna sokmakla mümkündü. Peş peşe gelen tüm saçmalıkların nedeni, şaftımızın kayması, delirmemiz ve bize verilen roldeki karaktere bürünmemiz.

***

Geçen hafta “İBB’de binlerce terörist var” dediler örneğin. Bakkala çırak girerken bile İçişleri Bakanlığı’ndan alınan “temiz raporu” gerektiğini herkes bilmesine rağmen... Kızdık, köpürdük, bir milyon tweet attık… Sorun değil. Bunu bugün tüketiriz, yarın da bir başka şeyi. Üç hafta önce ne için isyan ettiğimizi anımsayan var mı? Elbette mücadele edeceğiz, elbette yanıt vereceğiz ama bu yapay tantanaların sırf bizim ruhumuzu ve üslubumuzu değiştirmek için üretildiğini hiç unutmayacağız. Temiz raporu demişken, Tuna Kiremitçi’nin sözünü de hiç unutmamalı: “En büyük mücadele kalbimizi temiz tutmak.”

Sürekli reaksiyon verirsek kendimizi “aksiyon” yaratan tarafa tabi ederiz. Biz oyun kurmazsak, başkasının oyununda piyon oluruz. Telaşla koştururken yürüyen merdivene ters bile binebiliriz. CHP’lilere “ana gömülmeyin, sosyal medyayı bu kadar önemsemeyin, Z kuşağı gibi pazarlamacıların tüketim alışkanlıkları terimlerini böylesine ciddiye almayın” dememin nedeni, hep bu kara girdap, beraberinde gelen öfke, telaş ve kaçınılmaz hatalar zincirine dikkat çekmek.

***

Doğan Tılıç’ın sayısız güzel yanı var ama bana göre en belirgin olanı “telaşsız”lığı. Ömrü boyunca çalışmış, kitaplardan kafasını kaldırmamış biri olmasına rağmen dünyaya hiçbir zaman telaşla bakmaz. Şimdiki zamanı gülümseyerek yaşamasının nedeni, geçmişten beri hep gelecek için çaba harcaması olabilir. Onda bu ülkede hızla unutulan Anadolu bilgeliğini hemen hissedersiniz. Bir hata yaptığınızda bile size sabırla vakit verir, belki ve sadece bir süre gülümsemekten vazgeçer ama asla kaşlarını çatmaz. Onca okumuşluğu, onca bilgisi ve küresel bir otorite oluşu yanında aynı zamanda Niksar suyu kadar doğal bir memleket çocuğudur Doğan Tılıç…

Onu hep Bahçelievler’deki araba park etme sahnesiyle anımsamam ayrıca ilginç gelir bana. Hafıza hiyerarşimde neden bu anının öne çıktığını anlatmak uzunca bir kitabın konusu olabilir.

Merak edenler için, şov şöyle bitti: Doğan arabasını tek harekette ustaca park etti. Arkadan ne bir korna çaldı, ne de manav bize baktı. Hevesim de kursağımda kaldı biraz.

Latin Amerikalı sosyalist konuklarla bir toplantıya gelmiştik. Doğan “On beş dakika daha vaktimiz var” dedi gülerek. “Gel şu kahvede birer çay içelim, hem de kahvedekilerle dün geceki maçtan konuşuruz.”