İlya Ehrenburg, ‘Paris Düşerken’ romanında, Mıchaud, Denise, Andre, Lucien, Pierre, Agnès gibi birbirinden müthiş karakterleriyle Vichy Hükümeti dönemini anlatma çabasına girer. Sosyalistler, komünistler ve sosyal demokratlar, “halk cephesi” adıyla iktidara gelmiştir. Ancak süreçte komünistler daha büyük bir ihanete uğrayacaklardır. II. Dünya Savaşı kapıyı çalmak üzeredir. Dahası Paris’in işgal edileceğine kimse ihtimal vermemektedir. Ehrenburg, yakın tarihimizde yaşanan olayları olağanüstü bir kurmacayla anlatan, okurun boğazında düğüm düğüm bırakan bir eser bırakır ardında.

Çoğunluk Almanların, Paris’e çıkartma yapacağına itiraz eder. Böyle çalkantılarla dolu, fikirlerin eyleme dönüşmeden deyim yerindeyse havada uçuştuğu aralıkta, o güzelim şehirde bulunan iki şair vardır. İki yakın arkadaş… Oktay Rifat’la Cahit Sıtkı Tarancı. Okumak için gönderilmişlerdir. Her gece radyoda Alman faşizmine karşı yayın yapmaktadırlar.

Bir gecede Paris işgal edilince ikisi de bisikletle kaçar şehirden. Hatta yolda Cahit Sıtkı’nın üzerine ateş açılır. Son anda kurtarır canını. Ne yazık ki, yakın tarihimizle ilgilenenler yaşananları es geçmeyi tercih eder. Sonra da eski anı kitaplarında kalır her şey. Film olabilecek öykülerin üzerine özenle toprak atılır.

Velhasıl Cahit Sıtkı ve Oktay Rifat Paris’ten kaçar kaçmasına ama o yıllarda memleket havası da pek bir bunalımlıdır. Tahkikatlar, fişlemeler, sürgünler, hapislikler gırla… Cahit Sıtkı ile Oktay Rifat da ülkeye gelir gelmez takibe alınır. Hayatlarının sonuna kadar da yakalarını kurtaramazlar fişlemeden. Cahit Sıtkı hastalığı için yurt dışına gider ve orada vefat eder. Cenazesi getirilir ama polis gözetiminde… Adamakıllı bir tören yapılmasına bile izin verilmez.

Yaşar Kemal de başına gelenleri şöyle anlatır: “Şu benim roman İnce Memed var ya, niye komünist kitabı imiş, biliyor musunuz? Ben Mehmed sözcüğünü yazarken (H) harfini yazmamışım bir, bir de ardına (T) yerine (D) harfini koymuşum. Birgün son yirmi yılda bana yapılacak zülmü yazacak olsam, insanlık gerçekten insanlığından utanır! Bana son sekiz ayda yapılanlar son az gelişmiş bir ülkede bir yazara neler yapılabileceğini göstermek bakımından ilginçtir. Mayıs ayında sorgusuz sualsiz tutuklandım. Bir ay yattım, sonra hiçbir şey söylemeden bıraktılar.”

Şair Arif Damar’ın başına gelenler ise daha başka. Ünlü 51 tevkifatında içeri giriyor. İfade al, ifade ver derken iki yıl sürüyor. Arif Damar’ın ağzından arkadaşları için tek laf alamadıkları gibi Arif Damar da, “Beni niye içeride tutuyorsunuz?” diye sormuyor. İki buçuk yıl yattıktan sonra da çıkması gerekiyor. Ama hakim karşısında çıktığında da, “Beni salın!” demiyor. Atkadaşları bu haline şaşırıyor: “Tahliyeni istesene!” İstemiyor, susuyor. “Tahliyeni iste Arif!” İstemiyor, susuyor. Ancak onlar bıraktıkları zaman çıkıyor dışarı. Yıllar sonrasında arkadaşları soruyorlar:

“Yahu, ne diye günün dolduğu halde tahliyeni istemedin?”

Arif yanıtlıyor: “Ne yapacaktım dışarıda? Dışarı çıksam faşizm kol geziyordu. Bir bahane bulup gene beni içeri alacaklardı. Dışarı çıksam, eşim dostum hep içeride, yalnız kalacaktım. Dışarı çıksam ne iş vardı ne de güç. Hiç olmazsa, ustanın dediği gibi namluda yatan kurşun gibi duruyordum.”

Süreç içinde bütün bu isimler vefatlarından sonra sistematik bir biçimde ehlileştirildi. Çünkü hayattayken ‘tehlikeli’ görülenler ölümlerinden sonra kutsallaştırıldı. Okul kitaplarında ilk önce onların şiirleri çıktı karşımıza. Siyaset kürsülerinde romanlarına atıf yapıldı.

Acaba yarının ehlileştirilmiş sanatçıları kim olur dersiniz? Bu ülkede kültürel hayat böyle gidiyor!