Hüseyin Edemir’in yargılandığı dava, yargıda Cemaat’in hüküm sürdüğü dönemin emsal davalarından. İçinde delil niteliği taşımayan ‘delil’, suç teşkil etmeyen ‘delil’, mahkeme istemediği için işlemeyen zamanaşımı… Hepsi var.

Davanın emsal oluşuna başka bir kanıt da, - bugün diğer birçok hukuksuz ve kanunsuz davada olduğu gibi – o dönem karar verici konumda olanların bugün sanık veya firari olmasıyla ilgili. Ya da Hüseyin’in sözleriyle:

“Fezlekeyi hazırlayan polisler, iddianameyi yazan savcılar, hükmü veren hâkimler ve kararı onayan Yargıtay üyeleri ya görevden uzaklaştırıldı ya tutuklandı. Benim davama 4 savcı, 12 hâkim baktı. 4 savcıdan 3’ü tutuklu. Tutuklanmayan o tek savcı beratımı istiyordu. 12 hâkimden 11’i tutuklu. Tutuklanmayan o hâkim de tahliyemi istiyordu. Hapis cezasını onayan Yargıtay üyeleri de görevden alındı.”

Hüseyin Edemir 30 Ocak 2010’da, ‘örgüt üyeliği’ suçlamasıyla tutuklandı. O sırada ODTÜ ve Humboldt Üniversitesi’nin birlikte yürüttüğü Türk-Alman Yüksek Lisans Programı’nın öğrencisiydi.

İlk duruşmada savcı tek soru sormadan cezalandırılmasını istedi. Hâkimi de ‘zamanaşımının dolabileceğine, acilen ceza verilmesine’ dair uyardı. Mahkeme Başkanı Zafer Başkurt’un kararı tahliye edilmesi yönündeydi ama mahkeme heyeti üyeleri Rüstem Eryılmaz ve Murat Üründü tutukluluğun devamı yönünde oy kullanınca Hüseyin yine hapishaneye gönderildi. Tahliye isteyen Zafer Başkurt görevden alındı ve yerine o dönem Balyoz davasına da bakan, (Özel Yetkili) İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığına Ömer Diken atandı.

Hüseyin aleyhine, biri 1999, diğer 2001 yıllarına ait iki ayrı dijital veri ‘delil’ olarak sunuldu. Şimdi tutuklu olan bir emniyet müdürü, mahkemeye, ‘ellerinde hard disklerin ve disketlerin olduğunu’ yazdı. Mahkemeye sunulan tek ‘delil’ de bu oldu.
2011’de davaya yeni atanan savcı Kasım İlimoğlu ise mütalaasında, “Bu eldekiler delil sayılmaz, delil sayılsa suçlamak için yeterli değil. Elimizdekiler delil sayılsa ve yeterli görülse bile bu dava zamanaşımına uğramıştır” dedi, Hüseyin’in beraatını ve tahliyesini istedi. Ancak mahkeme savcıyı dinlemedi, bu ‘delillere’ ve bu mütalaaya rağmen Hüseyin’e ‘örgüt üyeliğinden’ 6 yıl 3 ay hapis cezası verdi.

Hüseyin sonra neler olduğunu şöyle anlattı:
“Bu yanlış karar nasıl olsa Yargıtay’dan döner diye düşündüm, hayatıma kaldığım yerden devam ettim. Evlendim. Ankara’ya döndüm ve derslerime başladım. Davanın bir an önce lehime sonuçlanmasını bekliyordum. Öyle olmadı, Yargıtay cezayı onadı. Nasıl olur da, olup olmadığı bile belli olmayan dijital verilere dayanılarak bir hüküm verilebilir? Daha önce fotokopiye veya dijital veriye dayanılarak verilmiş bir tane bile mahkeme kararı yokken, hatta aksi yönde emsal kararlar varken benim cezam nasıl onanır?”

Sorularının cevabını 2 Kasım 2012 tarihli Zaman gazetesi verdi. Gazetenin manşeti, ‘Yargıtay: Dijital veri, delildir’ başlığını taşıyordu. Gönderme Balyoz davasına olsa da Hüseyin’i de kapsıyordu.

Ancak Balyoz davası yeniden görüldü ve mahkemeye delil olarak sunulan dijital verilerin geçersizliğiyle, 236 sanık beraat etti.
Hüseyin de Balyoz davasının görüldüğü mahkemede yargılanmış ve o sanıklar gibi hapis cezası kararı Yargıtay 9. Ceza Dairesince onanmıştı. Ancak Balyoz davasındaki beraat, Hüseyin’in davasına emsal olmadı. Onun cezası baki kaldı.
Onunla Temmuz 2011’de, beraatının ardından görüşmüştüm, 1,5 yıllık hapishane hayatının ardından “Cezaevinde çıktığım an, adımlarımı saymadan yürümenin heyecanını, arada engeller olmadan gökyüzünü görmenin mutluluğunu yaşadım” demişti.
O günden beri de adalet peşinde. Şimdiki talebi, yeniden yargılama yapılması. Bakalım yüce mahkemeler bu kez neyi emsal alacak?