Günlerdir “piyasanın” Merkez Bankası’nın faizlerde 200 baz puan ve üzerinde faiz artışına gideceğine ilişkin beklentisi yazılıp duruyordu. MB’nin faiz artırımına gitmesi kaçınılmaz deniliyordu. Hatta bu beklenti o kadar yaygındı ki döviz kurları 7,78’e kadar geriledi. Borsada alımlar yapılıyor, yabancıların kapıda bekledikleri söyleniyordu. Ama beklenen olmadı.

Ve dün MB piyasa beklentilerinin aksine, politika faiz oranını değiştirmediğini açıkladı. Erdoğan, aslında, tek karar vericinin kendisi olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Para politikası dâhil tüm kararlarda son söz sahibinin Cumhurbaşkanı Erdoğan olduğu bir kez daha görüldü. MB’nin “bağımsız” para politikası izlemesi filan zaten söz konusu değildi. Dünkü karar ile birlikte Erdoğan’ın güçlü bir biçimde kontrolü elinde tuttuğu bir kez daha tescillenmiş oldu ve “faiz lobisine” hayır dediği ilan edilmiş oldu. Böylelikle aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan piyasayı “yendi”(mi?)

Bu karar sonrası oluşan verilere bakınca tam bir şok havasının yayıldığı görülür; dolar 7,98’e kadar çıktı, borsaya, özellikle banka hisselerine, sert satışlar geldi.

Ama zaten dolar bu faiz artırımı beklentisi kararından önce de bu seviyelerde değil miydi? Aslında piyasa kendi kendine bir oyun kurgulamış ama sonuçta tek karar vericinin Erdoğan olduğu mesajını da açık bir biçimde almış oldu. Bence bu durum Erdoğan’ın hanesine yazılacak önemli bir başarı olarak anlatılacaktır: “Direndi”, “Faiz lobisine fırsat vermedi” filan... Ama aslında uyguladığı stratejinin satır aralarına bakınca hedefe konulanların piyasa değil, ücretli çalışan geniş halk kesimi olduğu gayet açık görülür; oyun aslında geniş halk kitlelerinin yoksullaşması üzerine kurulmuş, ancak sanki asıl mücadele edilenin “faiz lobisi” olduğu algısını üzerine inşa edilmiş. Bu gayet açık görünüyor.

O zaman soralım, iktidar ne yapmak, bu karar ile nereye varmak istemektedir?

Sanırım buradaki tercih açık. İktidar kurların yüksek seviyede kalmasını istiyor. Bunun Bakan Albayrak’ın söylediği “rekabetçi kur politikası” ile uyumlu bir karar olduğu anlaşılıyor. Döviz kurunu yüksek tutarak ihracatın artacağına ve ithalatın da azalacağına inanıyorlar. Beklentileri o ki, böylece cari işlemler dengesi zaman içinde iyileşecek ve kurlar üzerindeki baskı da azalacak. Nasıl olsa vatandaşlar kurların bu seviyesine alıştı diye düşünüyorlar sanırım. Alıştınız mı?

Üretimde kullanılan ithal girdi oranının yüksek seviyelerde olduğunu biliyoruz. Bu durumda yüksek kurlar üretim maliyetlerinin de artmasına yol açacaktır. Madem üretim maliyeti kurlardan dolayı artacak ise, ihracatta rekabeti sağlaması beklenen nedir? Evet, doğru bildiniz. Tek maliyet kalemi ithal edilen aramalı ya da hammadde değil. Bir de içerinden temin edilen girdiler ve işçilik maliyeti var. Demek ki fiyat rekabetinin olabilmesi için işçilik ve içeriden temin edilen girdilerin maliyetlerinin döviz cinsinden düşük tutulması gerekiyor ki ihracatçılar fiyat rekabeti sağlayabilsinler.

Tercihin ne yönde yapıldığını şimdi anladınız sanırım. Çalışanlarını yoksullaştırarak rekabet avantajı sağlamayı planlayan bir iktidarla karşı karşıyayız. Asgari ücrette önemli bir artış olmayacak, büyük olasılıkla “kendi bekledikleri” enflasyonu dikkate alarak düşük bir oranda zam yapacaklar. Hem zaten milyonlar işsiz iken bu düşük artışa itiraz eden de olmaz diye düşünüyorlar. Meclise sunulan son torba yasadaki istihdama yönelik düzenlemelerin tamamı aslında bu stratejinin ön hamleleriymiş. Refahta değil, yoksullukta rekabet.

Sahi, kim kaybedecek?