John Berger, çok sevdiğim romanı “Düğüne”de, “Sonsuzluktan önce ne yapacağız?” sorusuna yanıt ararken, “Hiç kuşkusuz acele etmeyeceğiz!” diyerek asil bir başlangıç yapar. Berger, ölümle inatlaşmanın doğaya karşı koymakla eş olduğu düşüncesini savunur yaratısında. Öyle ya, insanlığın ölüm karşısındaki çaresizliği zayıflık değildir; sevdiğimiz yarımızı kaybettiğimiz düşüncesi zayıflıktır. Öte yandan toprak altına gönderdiğimiz, büyük bir yaratıcı, aydın, usta, dahası önderse, onun yıllar yılı büyük bir emekle ve dirençle biriktirdikleri de gömülecekse… haydi, biz bu tarifsiz acıyı “zayıflık” olarak nitelendirelim.

Erhan Gökgücü, “Memleketim… Memleketim” oyununu, Sabiha Sertel’in ölüm döşeğinde geçmişiyle hesaplaşma aralığında başlatır. Başına onca çorap örülmüş, “Tan” gazetesi baskınını yaşamış, sürgünlüğü tatmış bir entelektüelin direnme çabasıdır bu. Geçtiğimiz cuma günü her zamanki gibi fikir adamlığıyla eylemliliğini kardeş kılıp sendikaya dilekçe vermeye giden Erhan Gökgücü’nün kalbi tekledi, yaklaşık bir hafta kadar yoğun bakımda kaldı. Belki o da bir zamanlar kaleme aldığı, son anlarını kurguladığı Sabiha Sertel’le benzer yazgıyı paylaştı. Wilde demişti, “Sanat, hayatı taklit eder,” diye. Tüm yaşamını sanata adamış, yetmemiş sanat kurumlarının geleceği için çabalamış deyim yerindeyse bir “tiyatro militanı”nın bu sözün gizemini paylaşmasından doğal bir şey yok.

Bununla birlikte hemen hemen yazdığı tüm eserlerde öncelikli olarak tiyatro sanatının gereği estetik bilincini düşünsellikte aradı, buldu, izleyiciye yaşattı. “Giordano Bruno”da 16’ncı yüzyılda yaşamış mazlum bir filozofun yaşam öyküsünü yazarken bu ülkenin aydınlarına reva görülen acıları da “tarihselleştirme” olgusuyla sahneye taşıdı. “İki Kalas Bir Heves”te “çağ dışı” olarak nitelendirilen bir oyuncu eskisinin kendini var etme çabasını ele aldı. Çok sevdiğim oyunu ‘Duyarlılık Üstüne Vivace’de yıkılmak üzere olan bir binadaki entelektüel ile genç bir kızın serüvenini anlattı. ‘Promete 1940’da bu ülkede kültürel yaşamın kurucusu Hasan Ali Yücel’i belgesel tiyatro üzerinden aktardı. ‘Kısmet’te, oyuncu olmak isteyen genç bir kızın toplumsal önyargılardan oluşan engellere takılıp intihar etmesini tartışmaya açtı. Son zamanlarda polisiye romanlar kaleme almış, dosya olarak okuyunca hayrete düşürmüştü beni. Önümüzdeki hafta Bilgi Yayınevi’nden çıkacak bu yeni soluklu romanlar. Kutlama faslını bize bıraktı.

Tam bir tiyatro insanıydı. Konservatuardan mezun olduktan sonra Devlet Tiyatrosunu statükocu bir anlayışa sahip olduğu inancıyla terk etmiş, politik soluğu yüksek tiyatrolarda oyunculuk yapmıştı. O yıllarda belli ki, alternatif tiyatro yaşamı daha kolaydı. Sonra yeniden Devlet Tiyatrosu’na dönmüş, Adana’da bölge, Trabzon’da kurucu bölge müdürlüğü yapmıştı. Yirmili yaşların başında Devlet Tiyatrosuna girdiğimde başrejisördü. İlk oyun maceramda, Brecht’in “Üç Kuruşluk Operası”nda yönetmenimdi. Yapmasına müsaade edilseydi son oyununda da yönetmenim olacaktı.

Bir oyunu “yönetmek” tanımı onun için hafif kalırdı. Sahnede en iyisini bulmak için günlerce çabalar, gece gündüz oyunla yaşardı. Onu zaman zaman sırf, ikinci hecesini üstüne basa basa vurguladığı “alçak” sözcüğünü söyletmek için kızdırırdım. “Canikom”un Arnavut inadı vardı. O inat, onu ayakta tutar, düşmesine izin vermez sanıyordum. Yanılmışım. Bugün onu son defa uğurlarken Erhan Gökgücü’nün de içinde bulunduğu bir kuşağın, değerleriyle birlikte sahneden çekilişine tanıklık edeceğim. Cenazesi o çok sevdiği, oyun çalışırken kış günü bir tişörtle dolaştığı sahneden olmayacak. Belli ki tiyatro çok uzun zamandır evimiz değil artık!

Not: Tiyatro salonunda bir cenaze töreni istemeyen Gökgücü’nün naaşı öğlen vakti Kocatepe Camii’ndeki törenin ardından Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilecek.